Şeytanın İkizi – The Devil’s Double

ŞEYTANIN İKİZİ
DEVIL’S DOUBLE

SİNOPSİS
Liongsgate’in para, iktidar ve heybetli bir çöküş konulu, nefes kesen ve inanılmaz bir öyküye dayanan Şeytanın İkizi filmi, 1987 Bağdat’ının kanunsuz, taşkın ve şiddet dolu dünyasında tehlike dolu bir macera sunuyor. Cepheden Saddam Hüseyin’in sarayına çağrılan Iraklı teğmen Latif Yahya (Dominic Cooper), Saddam Hüseyin’in ehlikeyif, sadist, seks, şiddet ve eğlence düşkünü, “Kara Prens” unvanıyla adı kötüye çıkan oğlu Uday Hüseyin’in (yine Dominic Cooper) ‘fiday’ı, yani dublörü olması emredilince, kendini ‘kraliyet ailesinin’ üst kademelerinde buluverir. Kendisinin ve ailesinin hayatının bahis konusu olması üzerine, Latif Uday Hüseyin gibi yürümeyi, konuşmayı ve davranmayı öğrendikçe, önceki kişiliğinden ödün vermek zorundadır. Ama dünyada hiçbir şey Latif’i Kara Prens’in psikopat, uyuşturucu pençesindeki, hızlı arabalar, düşkün kadınlar ve şiddet dolu hayatının dehşetine hazırlayamazdı. Tek bir yanlış hamlesi bile hayatına mal olacak Latif, Uday Hüseyin’in kendi sırları içinde debelenip duran, şuh metresi Serap’la (Ludivine Sagnier) sahte bir iyi ilişki kurar. Ne var ki, Irak-Kuveyt savaşı patlak verip, Uday’ın yozlaşmış kabadayılık rejimi hepsini mahvetmekle tehdit edince, Latif şeytanın bataklığından kaçmanın ancak olası en büyük bedeli ödemekle mümkün olduğunu anlar.
Dominic Cooper’ın (Aşk Dersi, Mamma Mia), Latif Yahya ve Uday Hüseyin’in ikisini birden canlandırdığı etkileyici oyunculuğunu barındıran Şeytanın İkizi, Latif Yahya’nın kendi yaşamını anlattığı, bir adamın ahlaksızlık ve şiddet yuvasında verdiği cüretkâr var olma savaşına değinen romanına dayanan, hareketli, etkileyici bir uyarlama. Filmin yönetmenliğini Lee Tamahori (Başka Gün Öl, XXX 2), senaristliğini de Michael Thomas (Backbeat, Skandal) üstlendi.

KUNYE
Filmin  orijinal adi :
The Devil’s Double
Filmin Türkçe Adi : Şeytanin İkizi
Süresi : 109 dakika
Cast : Dominic Cooper, Ludivine Saignier, Raad Rawi
Yönetmen : Lee Tamahori
Vizyon tarihi :14 Ekim 2011

PRODÜKSİYON HAKKINDA
Şeytanın İkizi (The Devil’s Double), aynı ismi taşıyan, şaşırtıcı bir öz yaşam öyküsü olarak başladı. Ailesinden kopartılarak Saddam Hüseyin’in oğlu Uday Hüseyin’in dublörü olmak zorunda bırakılan Latif Yahya’nın yazdığı kitap, hızlı arabalar, şuh kadınlar, bitmek bilmeyen para, katıksız yolsuzluk ve ahlaksızlık ile sebepsiz şiddetle dolu bir dünyaya derin bir bakışı simgeliyordu. Yahya bu dünyanın içinde yıllarda esir kalmıştı.
Latif Yahya’nın Irak’ın adı kötüye çıkan ‘Kara Prens’inin zoraki dublörü olarak şahit olduğu ölçüsüz maskaralıklar ve dudak uçuklatan olaylar, filme aktarılmak için biçilmiş kaftandı. Ancak, insanın kanını donduran malzemenin yanında, öykü beyazperdeye aktarılacak bir üsluba da açık kapı bırakıyordu. Tüm o yaldızlı, gangster-üslubundaki şatafatıyla birlikte, 1980’lerin sonundaki Irak sarayının şaşaasını ve dokusunu yansıtmak için kaçırılmayacak bir fırsat sunuyordu. Filmin başrol oyuncusu Dominic Cooper’ın hayranlıkla dile getirdiği gibi, “Bir filmin geçebileceği, inanılmaz bir dünyaydı bu.”
Şeytanın İkizi, Belçikalı yapımcılar Paul Breuls ve Catherine Vandeleene (Corsan Productions), Hollandalı yapımcılar Michael John Fedun (Corrino Productions ) ile Emjay Rechsteiner (Staccato Productions) tarafından beyazperdeye aktarıldı. Film başyapımcılığını ise Harris Tulchin ve Arjen Terpstra üstlendi.
Yapımcılar öncelikle Latif Yahya’nın öyküsünün sinema haklarını satın aldılar, Yahya’yla uzun uzadıya görüştüler ve filmin tretmanını hazırladılar. Ama gerçek eğlence, kitabın filme uyarlanması için yapımcılar senarist Michael Thomas’la anlaştıktan sonra başladı. Thomas, şu anda açıklanmayan bir Avrupa ülkesinde yaşayan ve iddialara göre İngiltere Kraliçesi tarafından tahsis edilen bir Mercedes kullanan, gizem dolu, uluslararası bir kişilik olan Yahya’yla bağlantı kurdu.
Filmin senaryosunu yazmaya hazırlanan Thomas, Yahya’nın o zaman yaşadığı Suriye’ye gitti ve orada “The Sopranos dizisindekine benzer” bir Arap dünyasında ağırlandı. Thomas’ın buradaki gözlemlerinde bulduğu en önemli şey, “Iraklı eski vatanseverlerin aileye karşı sorumluluk, iyi bir şekilde ölmek anlayışları ve ölüm kapıyı çaldığında hiçbir şeyin önemli olmadığına duydukları inanç oldu.” “Benim kesinlikle anlamam gereken ve Batılılarda görülmeyen bir kadercilik vardı orada.”
Bunu anlamak Thomas’ın uyarlamasına renk kattıysa da, senaryoyu yazmak için ihtiyaç duyduğu hemen hemen her şey Yahya’nın öz yaşam öyküsünün içinde vardı. “Aslında filme uymayan, belirli şeylerden istemeyerek feragat etmek zorunda kaldım. Senaryoda değinebildiğimden çok daha fazlası ve çok daha kötüsü kitapta mevcut.”
Yapımcılar, sınırsız şehvet, salt iktidar ve mutlak yozlaşma barındıran, sıradışı bir öykünün zorluğuna göğüs gerecek, doğru yönetmeni bulmaya koyuldular. Birkaç isim üzerinde durduktan sonra, yapımcılar Şeytanın İkizi’ni beyazperdeye taşırken aradıkları içkin özelliklerin aynısını barındıran Bir Zamanlar Savaşçıydılar filminin yönetmeni Lee Tamahori’de karar kıldılar. Yapımcıların ‘akıllarını başından alan’ şey, yönetmenin Şeytanın İkizi’nin bir sonraki Yaralı Yüz olabileceğine dair yorumu oldu.
Yapımcılar yönetmen Tamahori’ye yönelik tercihleri konusunda şunları dile getiriyorlar: “Lee’nin işlerine her zaman hayranlık duyduk, özellikle de şiddeti geleneksel yaklaşım çerçevesinde açık seçik işlemediği Bir Zamanlar Savaşçıydılar filmindeki üslubuna. Gerçek zorluk bunda zaten. Şeytanın İkizi de en saf haliyle şiddetin her yönüyle ele alındığı bir film.”
Filmin en başat konusuna Lee doğrudan ilgi duydu: “Despotlar ve diktatörleri aileleri, çocukları ve bunların içinde büyüdükleri dünya, nasıl yaşadıkları ve öldükleri beni her zaman büyülemiştir. Bence hepimiz bir yanımızla suçlulara benziyoruz. Hak ettikleri muamele ve cezayı görmeyi istiyoruz ama tuhaf bir şekilde onlarda bizi cezbeden bir şey de var.”
Bununla birlikte, senaryonun üslubu da okur okumaz Tamahori’ye hitap etti. “Michael, benim de çok hoşuma giden, müziği anımsatan bir üslupla yazıyor. Yazılan şeyi yorumlamanıza olanak tanıması bakımından olağandışı bir özelliğe sahip ama son derece özgün bir eser.”
Özgünlük, öz yaşam öyküsüne dayanan bir film yapan bir grup sinemacının boğuşması gereken bir meseleydi. Filmin ana konusu doğrudan Yahya’nın içinde bulunduğu durumlara dayandığı ve filmdeki birçok korkunç olay yazar tarafından bizzat yaşandığı halde, sinemacılar daha ilk başta “bu öyküye kurmaca bir eser gibi yaklaşmayı ve bir gangster filmi için esin kaynağı olarak kullanmaya karar verdi. Ve gangster filmleri bence en muhteşem film türlerinden biri.” diye açıklıyor yönetmen Tamahori.
“Hayat hikayeleri anlatan filmler en sevdiklerim değil çünkü hep gerçeklere mümkün olduğunca sadık kalmaya çalışırlar. Ama sinemada gerçek size özgürlük sağlamıyor. Kurmacayla harmanlanmış gerçekler size özgürlük tanıyor.”
Filmin belgesel veya yaşam hikayesi anlatan bir eser olması niyet edilmemişse de, kitabın yazarı filmin yapım sürecinde danışman olarak sette hazır bulundu. Yahya için bu deneyim duygusal ve boğucuydu. Yazar, “Bir bakıma içimden bir şey uçtu gitti, daha önceleri sahip olduğum üzüntü. Neticede benim hikayem anlatılıyor ve bu benim için iç rahatlatıcı bir şey.” diye açıklıyor. Duygusal açıdan yorucu bir deneyim yaşamanın nasıl bir şey olduğunu açıklarken, “Başka biri size gösterene kadar kim ve ne olduğunuzu kendi kendinize göremiyorsunuz. Nasıl bir hayat yaşadığımı ilk defa gerçekten açık seçik ve tarafsızca görmem bu filmin çekilmesine şahit olduğum zaman mümkün oldu. Bazı sahneleri, özellikle de insanların tarandığı sahneleri izleyebilmek için sakinleştirici almam gerekti.” diye devam ediyor.
Çılgın bir diktatörün sadist oğlu olan Uday Hüseyin’i ve asil, vatansever asker Yahya’yı aynı oyuncunun canlandıracağı en başından belliydi. Bütün film bu önemli oyunculuğa dayanıyor ve aslında iki değil, üç karakter barındırıyor: Latif, Uday, Uday rolü yapan ve gün geçtikçe ona benzeyen Latif.
Hem uzun süren çekimleri kaldıracak disipline, hem de iki karakteri de inandırıcı kılacak yeteneğe sahip birini bulmak oldukça güç bir işti. Yapım ekibi aynı zamanda nispeten az bilinen ve bu iki rolü de tamamen özümseyecek birini bulmayı amaçladı.
Lee’ye göre, Dominic Cooper rol için biçilmiş kaftandı. “Dominic harika bir oyuncu. Genç, üretken, zeki, yetenekli bir oyuncu bulduk; hem Latif hem de Uday rollerinde ayaklarımızı yerden kesi deyim yerindeyse.” diyor yönetmen.
Bu film Dominic Cooper’ın başrol oynadığı ilk uzun metraj sinema filmi olma özelliğini taşıyor. Oyuncu daha önce büyük başarı yakalayan Mamma Mia! ve eleştirel başarı elde eden Aşk Dersi filmlerinde yardımcı erkek oyuncu rollerinde oynadı ve London National Theatre’da sahne alan Shakespeare oyunu Phedre’de Helen Mirren’la başrolü paylaştı. Cooper da senaryoyu okumasının ardından ikili rolün cazibesine kapıldı. “Bir oyuncu için, birbirinden bu kadar farklı, bir şekilde ortada buluşan ve nihayetinde birleşen iki başrol karakterini canlandırmanız bakımından gerektirdikleri açısından daha fazlası beklenemez. Kişiliğimizi gizleyebilmemiz ve olmadığımız bir kişiye dönüşebilmemiz, geçici bir süreliğine de olsa dönüştüğümüz o kişiliğe kendimizi ne kadar kaptırdığımız konusunun irdelenmesi hoşuma gitti.”
Bununla birlikte, oyuncunun Uday rolüne hemen uyum sağlayabilmesi mümkün olmadı. Oyuncu camiasında, bir oyuncunun canlandıracağı karakterde kendisiyle özdeşleştirebileceği, en azından ilişkilendirebileceği temel bir şeyler bulmadığı takdirde bir rolü oynayamayacağı kanısı yaygındır. Bariz nedenlerden dolayı, Cooper için Uday rolünü canlandırmak söz konusu olduğunda yüzleştiği güçlük de buydu. “Adamdan iğreniyordum resmen. Bu karakterde kendimi özdeşleştirebileceğim veya onda hoşuma gidebilecek hiçbir şey bulamıyordum. İstediği her şeyi yapan bir adamın mantığını anlamak benim kabiliyetimin ötesinde bir şeydi.” Bununla birlikte, Dominic’in Uday’a empati duymak için kullandığı yol, Saddam Hüseyin ile Uday arasındaki sözde baba-oğul ilişkisi oldu. “Uday ve ailesi hakkında her şeyi okudum, ne yapmak istediğini ve kendini nerede gördüğünü. Babası kendisine hiçbir şekilde güvenmediği için, en büyük oğlu olduğu halde babasının onu hiçbir şekilde iktidarın bir parçası yapmak istemediğini bilmekle yaşadığı dışlanmışlık duygusunu hayal ettim. Uday fırtınalı ve şiddetli bir ortamda büyüdü, insanlar üzerinde bir etki bırakmak, adını duyurmak için, siyasi yollardan bunu başaramayınca, oldukça sapkın ve ifrata kaçan yöntemlerle bireysel tatmin yollarına başvurdu.”
Elli iki gün süren çekimler boyunca, Dominic kendini her gün her sahnede çalışır halde buluyordu. “Rolün doğası ve zaman kısıtından dolayı, şöyle arkana yaslanıp bir sonraki sahne hakkında düşünmeye vakit yoktu. Anlık kararlar alınması gerekiyordu, bu da iyi bir şeydi. Kısa süre içinde bir sonraki kostümüm giydirilmiş halde, öteki karakteri canlandırmam söyleniyordu. Her karakteri gerçekten iyi tanımam gerekiyordu, böylece gerektiği anda onların mantığına birden bürünebiliyordum. Gerçekten ilginç bir süreçti.” diyor Dominic.
Çekimler esnasında birçok zorlayıcı teknik mesele de vardı. Cooper çoğu sahnede kendi kendine karşı, ya da kendi deyimiyle ‘duvara karşı’ oynuyordu. “Bu durum oldukça güç çünkü performansınızın nasıl değişeceğini bilemiyorsunuz. Çünkü diğer karakterdeki rolünüzü çalışmamış oluyorsunuz.” “Gerçekten karmaşık bir rol.” diye onaylıyor Tamahori. “Ama Dominic tam role göre ve çok becerikli. Karakterler arasındaki geçişi kolaylıkla yapabiliyordu.”
Dominic’in iki karakteri filmde farklılaştırmak konusunda endişe duyması gayet anlaşılırdı ve çekim öncesindeki uzun provalarda ve sohbetlerde, oyuncu ile yönetmen Latif ve Uday canlandırmalarının birbirinden tamamen farklı fiziksel, sözsel ve psikolojik özelliklerle birbirinden ayrışması gerektiği fikrini paylaştılar. “Latif bir asker, doğru, dürüst bir adam. Çılgının teki değil, hızlı konuşmuyor. Ses tonu yumuşak. Deyim yerindeyse Batılı bir filmden çıkma karakter gibi. Ama öbür taraftan, Uday içindeki enerji fazlalığıyla yerinde bile duramayan biri.” diye açıklıyor Tamahori.
Bu ayrımı fiziksel olarak ortaya koymak oldukça maharet gerektiren bir işti ve Dominic’in her bir karakter için yüzüne eklenen protezlerle birlikte birbirinden farklı ses tonu kullanmasını gerektiriyordu. Uday ve Latif için iki farklı ses tonu bulmak amacıyla, insanın sesini kullanması konusunda danışmanlık yapan Clifford Despenser’la sıkı bir çalışmaya girdi, Lee de BAFTA ödüllü makyöz ve kuaför Jan Sewell’la iki karakter için birbirinden hafiften farklı iki görünüş elde etmek için iş birliği yaptı. Zamanın kısıtlı olmasından dolayı, Dominic’in Latif’ten Uday’a dönüşmesinin çok sürmemesi de hayati öneme sahipti, bu yüzden Lee ve Jan çok kolay değiştirilebilecek protezler oluşturdular.
“Elmacık kemikleri, burun, lens, diş, yani Latif’in geçirdiği estetik ameliyatla halledilebilecek şeylere odaklandık. Ama bunlar aynı zamanda makyaj ekibinin makyaj koltuğunda saatler harcamadan her gün kolayca yapabilecekleri şeylerdi.” diye açıklıyor Lee. “İşin en önemli kısmı dişlerdi. Dominic’in konuşma şeklini etkilemeyecek, takıp çıkarması kolay, özenle hazırlanmış bir diş protezi kullandık. Bu protez onu biraz dişlek yapıyordu. İzleyicilerin bu protezi kendi kendine takıp çıkardığını görmelerini istedim gerçekten, böylece film ilerledikçe karakterinin değiştiğini izleyiciler gözlemleyebilecekti.”
Latif karakteri için de burnu hafiften sivri yapacak bir protez kullandık, Cooper’ın elmacık kemikleri de protez kullanılarak yayvanlaştırıldı, makyaj da yüzünün şeklini belli belirsiz ancak hissedilebilir şekilde değiştirdi. Uday karakteri için de, Dominic’in burnunu düzeltecek bir protez yaptılar. Bu protez onun yüzüne yeni bir güç ve ciddiyet kazandırdı.
Dominic’in elinden filmin kreatif ekibini takdir etmekten başka bir şey gelmiyor. “Tasarımcılara güvenim sonsuz.” diyor oyuncu. “Bir karakterin görünüşünün nasıl oluşturulduğu hakkında hiçbir bilgim yok ama yanlış bir şey varsa derhal hissederim bunu. Kostümü giydiğim, dişleri taktığım ve Jan[Sewell] makyajı yaptığı an, bu son görünüşün Uday karakteri için ne kadar doğru olduğunu anında içimde hissettim.”
Dominic aynı zamanda karakterlere son ayrıntıları katmaya yardımcı olması için Latif Yahya’dan da yardım isteme olanağına sahip oldu. “Çok işe yaradı.” diyor oyuncu. “Latif Yahya dışında kimsenin hiçbir fikrinin olamayacağı kurnazca sorular sorma imkanım oldu. Ufak mimikler ve hareketlerini gözlemleme ve bunları karakterlere katma fırsatı buldum.”
Uday’ın adı kötüye çıkan cariyesi ve Latif’in yasak aşkı Serap’ı oynayacak doğru kadın oyuncuyu bulmak da zor oldu. Serap rolü, aşırı derecede cinsel hüner, narinlik ve kırılganlık özelliklerini harmanlayabilecek bir oyuncu gerektiriyordu. Fransız yıldız Ludivine Sagnier seçimi, bütün bu özellikleri taşıdığını ortaya koydu.
Ludivine, Havuz filmindeki rolüyle 2003 yılında uluslararası şöhrete kavuştu. 2010 Cannes Film Festivali’nin Director’s Fortnight bölümünde gösterilen Diane Kruger’la birlikte oynadığı Lilly Sometimes filmi ve gerilim dolu gangster filmleri Ölümcül İçgüdü 1 ve 2 oyuncunun rol aldığı daha yakın tarihli eserler arasında yer almaktadır.
“Bu rol için Ludivine’le çalışmaktan çok mutlu olmuştum.” diyor yönetmen Lee. “İnsanın zihnini ve hevesini gerçekten canlandıran birini bulmak istemiştim. Ve Ludivine gerçekten filme bunu katıyor. Filmi seviyor, film de onu seviyor.”
Yapımcı Paul Breuls şunları ekliyor: “Rol cinsel açıdan oldukça talepkâr ve bu cinsel bilinmezliğe adım atacak kadın oyuncular bulmak, özellikle Amerika’da veya İngiltere’de zordur. Ludivine Sagnier listemizin en başında yer alan isimlerden biri çünkü Fransız sinemasında en çok cinsellik barındıran işlerden bazılarını o yaptı. Utangaç biri değil ve teşvik edilmesi gereken, harika bir oyuncu.”
Ludivine, filmde rol almaktan büyük heyecan duydu ve öykü ile barındırdığı aşırı gerçekçilik hemen ilgisini çekti. “Senaryoya gerçekten bayıldım çünkü harika bir öykü.” diye açıklıyor. “Şiddet o kadar fazlaydı ki, ‘Bu gerçek olamaz!’ diye düşündüm. Ama Lee’yle tanıştıktan sonra gerçeklerin filmde anlatılanlardan çok daha kötü olduğunu ve filmin gerçekle kurmacayı harmanladığını anladım.” Dahası, Serap karakteri oyuncuyu cezbetti çünkü “bu karakter güzellik, tehlike, aşk ve dram barındırıyor. İşte bu mükemmel bir karakterin tarifidir zaten.”
Oyuncuların belirlenmesinin ardından, Lee ve yapımcılar Ürdün, Fas, Tunus’u gördükten sonra, çekimler için Malta üzerinde karar kıldılar. Şeytanın İkizi burada neredeyse tamamen dış mekanlarda dokuz hafta boyunca çekildi. Valetta sokaklarından tutun da çöl bölgelerine, Irak sarayları yerine kullanılan çeşitli otellere varana kadar, Malta yapımcıların ihtiyaç duyduğu bütün yerleri sunuyordu.
“Malta’nın ne kadar esnek ve film çekmek için elverişli olduğunu görünce şaştık kaldık.” diyor yapımcı Breuls. “Film çekmek için gerçekten iyi bir yerdi. İnsanların İngilizce konuşması, avro bölgesinde bulunması ve küçük ve kolay bir yer olması gerçekten büyük fark yarattı.”
Önemli nokta da yerel ekipti. “Malta’da harika bir altyapı var.” diyor yapımcı Michael John Fedun. “Maltalı teknik ekipler Münih, Truva ve Gladyatör gibi orta ve büyük ölçekli filmlerde çalışmaya alışkınlar ve bu filmi çekmedeki zorluklara gerçekten çok iyi göğüs gerdiler.”
Filmin görüntülerinin emanet edildiği kişi set amiri Paul Kirby oldu. Kirby kısa süre önce Paul Greengrass’in yine Bağdat’ta geçen Yeşil Bölge filmini bitirmişti. Kirby’ye göre Malta’daki binaların rengi ve tasarımı, Irak başkentindekilerle kusursuzca örtüşüyordu.
“Malta şehrinin üstüne kurulduğu kumtaşı, Irak’taki kum rengindeki paleti yansıtması açısından mükemmeldi.”  diyor set amiri. “Başta bütün renkleri soluk tuttuk, bu da Bağdat’ta karşımıza çıkan şatafatlı ve görkemli mekanlarla çok iyi bir tezat oluşturuyordu.”
Çekimler aynı yerde nadiren birkaç günden fazla sürdü bu yüzden sanat ekibi çekim için sonraki seti hazırlamak üzere çılgınca çalıştı. Paul’ün en çok zorlandığı şeylerden biri saray içi setini kurmak oldu. Bu zorluğu, çeşitli iç mekanlarda istenilen ortamı yaratmak üzere taşınabilen, modüler bir set hazırlayarak aştı. Her sette farklı bir renk paleti ve mermer işçiliği vardı: Uday’ın yatak odası için kırmızı mermer, ofisi için krem rengi, Saddam Hüseyin’in ofisi için de yeşil mermer.
Film 1980’lerde geçiyor ve o zamanki koşulları olduğu gibi yansıtmak için, Paul hiçbir sinemaseverin bu kadar abartılı ve şatafatlı bir şeyin gerçek olabileceğine inanmayacağı korkusuyla, çağdaş izleyicinin gözünde inandırıcı kılabilmek için renkleri ve dekoru sadeleştirmek zorunda olduğunu anladı. “Bir sahnede pasta lazım oldu, Uday’ın doğum günü pastalarından birinin fotoğrafını buldum, pasta on sekiz veya yirmi katlıydı. Bunu filme koysaydık, saçma görünürdü. O yüzden mesele bazen gerçeği kovalamakken, bazen de gerçeğe gem vurmaktır.”
Ekibin üstesinden gelmesi gereken güçlüklerden biri de, benzin istasyonu, berberi, dükkanları, kahvehaneleriyle tam teşekküllü bir Bağdat caddesinde yapılacak çekim için bu caddeyi baştan yaratmak oldu. Terk edilmiş bir ticaret fuarı alanını bularak şansları yaver gitti, yapım ekibi set üzerinde tam kontrol sağlayabildi ve hareketli bir Malta caddesinden çok daha kolay oldu bu. Ne var ki, seti inşa etmek ve kuşatmak için sadece dört günleri olmasından dolayı, seti çekim için hazır hale getirmek ve onaylatmak için askeri harekat gibi bir çalışma gerekti.
Bu sahne için sarf edilen emek ve son görüntüsü her şeye değdi. Paul, Lee’yle birlikte çalışmaktan büyük zevk duydu: “İnanılmaz bir göze ve sonsuz tecrübeye sahip bir kişi. Büyük setlerden ve karmaşık aksiyon sahnelerinden korkmayan bir yönetmenle çalışmak büyük bir zevk. Bu iş onun doğasında varmış gibi geliyor.”
Piyanist ve Schindler’in Listesi filmlerindeki çalışmalarıyla Oscar adaylığı kazanan Anna Shephard, kostüm tasarımcısı koltuğunda Şeytanın İkizi’nin kostümlerinin sorumluluğunu üstlendi. Filmin serbest giyim kuşam tarzlarıyla nam salan 1980’lerde geçmesi ve filmin kendi kendinin dublörlüğünü yapan bir kişi hakkında olması en ilgi çekici şeylerden biriydi.
“Eğlence Uday’ın karakterini araştırmam ve onun orijinal fotoğraflarını bulmamla başladı.” diyor Anna. “Bu adamın giyim kuşam tarzını anladım. Harikaydı, çok klastı! Modadan haberdardı ve en cesur kıyafetleri giyiyordu. Uday’ın kostümlerinin neredeyse hepsi, bu orijinal fotoğraflardan esinlenerek yapıldı.”
Uday ile Latif arasında bir ayrım yaratmak sadece izleyicilerin beyazperdede ikisini birbirinden ayırmasına katkıda bulunmak için değil, karakterler arasında gidip gelen Dominic’e de yardım etmek için önem arz ediyordu. Anna, Uday için koyu, parlak takımlar ve cüretkar kravatlar, pembe ve mavi ipek gömlekler, elmas kakmalı, gösterişli saatler, parlak mühür yüzükleri ve timsah derisinden altın tokalı ayakkabılar tasarladı. Latif içinse sade renklerde klasik takımlar, beyaz gömlekler ve sade kravatlar yaptı. Uday’ın giyim kuşamındaki abeslik ile muhafazakar ve ezik Latif’inki arasındaki tezat çok güçlü.
Serap için de Londralı kostümcü Angels tarafından temin edilen orijinal 1980 kıyafetlerinin çoğunu kullandı. “Kıyafetlerde bol miktarda leopar deseni, takı, süs ve nakış kullandık.” diyor kostüm tasarımcısı. “Serap hayatın çemberinden geçmiş biri, o yüzden kabarık saçları, aşırı makyaj, renkli peruklar ve yüksek topuklu ayakkabılarıyla, kostümleri bunu yansıtmak zorundaydı. Çok eğlenceliydi!”
Ludivine de bütün bu süreçte çok eğlendi. “Londra’dayken Anna bana bazı kıyafetleri gösterdi ve aklımdan şöyle geçti: ‘Bu çok uçuk, nasıl inandırıcı olabilir ki?’ Kendimi bu dönemin içinde hayal etmek çok zordu çünkü hakkında çok fazla bilmediğim bir dönem. Ama Anna didik didik araştırdı ve makyajım ve peruklarımla sete inince, bütün bu hazırlıkların filmdeki dram havasını yaratmada ne kadar işe yaradığını anladım.”
Lee’yle birlikte çalışmak Anna için paha biçilemez bir tecrübe oldu. “Lee, istediğim şeyi yapma konusunda bana bolca serbestlik tanıdı. Her türlü zorluğa ve değişime inanılmaz bir enerjiyle göğüs germesine hayran kaldım. Durmadan yeni fikirlerle çıkagelirdi, onun bu enerjisi filme özel bir devingenlik kattı.”
Dominic de aynı şekilde Tamahori’yle çalışmaktan büyük zevk duydu. Yönetmenini överken şüphesiz tüm ekip için konuşuyor: “Adamın enerjisi inanılacak gibi değil. Herkesin uyum ve birlik içinde çalışmasını o sağladı. Onu izlemek, çevresindeki her şeye hakim olduğunu ve her şeye yetiştiğini görmek akıl almaz bir şeydi. Gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Kameranın dibinden hiç ayrılmadı, her şeyi dinledi, her işte parmağı oldu – aksanlar, dil, her şeyde. Her adımda yanınızda duran, güçlü yol arkadaşı gibi. Gerçekten heves ve ilham vericiydi, son derece de yardımseverdi. Bütün bu çabalarından dolayı, filmde çok farklı ve özel bir görünüş, hava ve enerji hakim.”
OYUNCULAR HAKKINDA
Dominic Cooper (Uday Hüseyin / Latif Yahya), sinema endüstrisinde en etkileyici yeteneklerden biri olarak basamakları tırmanmaya devam ediyor.
Rol aldığı ve yakında görücüye çıkacak projeler arasında, yönetmenliğini Joe Johnston’ın üstlendiği, oyuncunun kaçık mucit Howard Stark’ı canlandırdığı, merakla beklenen çizgi roman uyarlaması Captain America: The First Avenger; yönetmenliğini Simon Curtis’in üstlendiği, başrolleri Michelle Williams, Kenneth Branagh ve Judi Dench’in paylaştığı, oyuncunun Marilyn Monroe’nun ünlü fotoğrafçısı ve iş ortağı Milton Greene’i canlandırdığı My Week with Marilyn filmleri bulunmaktadır. Cooper halihazırda Seth Grahame-Green’in çok satan romanı Abraham Lincoln: Vampire Hunter’ın sinema uyarlamasının çekimlerinde görev alıyor ve Lincoln’e vampir avcılığı konusunda akıl hocalığı yapan ve onu eğiten, herkesçe gıptayla bakılan Henry Sturges karakterini canlandırıyor. Filmin yönetmenliğini Timur Bekmambetov yapıyor ve başrolleri Benjamin Walker, Mary Elizabeth Winstead, Anthony Mackie ve Rufus Sewell paylaşıyor.
Dominic, en son Stephen Frears’ın Tamara Drewe filminde beyazperdede boy gösterdi. Filmde başrolü Gemma Arterton’la paylaşıyor. Posy Simmonds’un Tamara Drewe romanına dayanan film, aslında Thomas Hardy’nin 19. yüzyıl romanı Far From the Maddin Crowd’un çağdaş yorumu olma özelliğini taşıyor. Dominic ayrıca gençlik filmi Aşk Dersi’nde rol aldı. Yönetmenliğini Lone Scherfig’in, senaristliğini Nick Hornby’ın üstlendiği Aşk Dersi, 1960’lar Londra’sında 30 yaşındaki bir erkek fahişeyle ilişkiye başlayınca kendi kendini keşfeden, 16 yaşındaki bir kızın öyküsünü anlatıyor. Başrollerinde Carey Mulligan, Peter Sarsgaard, Alfred Monina ve Emma Thompson’ın rol aldığı film, 2009 yılında Sundance, Berlin ve Toronto Film Festivallerinde gösterildi ve hem Amerikan Akademi Ödüllerinde hem de İngiliz BAFTA Ödüllerinde en iyi film dalında ödüle aday gösterildi.
Dominic bunun yanında gişede büyük ses getiren Mamma Mia! filminde rol aldı. Çok sevilen sahne müzikalinin sinema uyarlaması olan ve Meryl Streep, Pierce Brosnan, Colin Firth, Stellan Skarsgard, Christine Baranski, Julie Walters ve Amanda Seyfried dahil olmak üzere yıldız dolu oyuncu kadrosuyla çekilen film, dünya çapında gişe rekorları kırdı ve İngiltere’de gişede tüm zamanların en başarılı filmlerinden birisi oldu.
Dominic, Amanda Foreman’ın yazdığı, İngiliz aristokrat, Devonshire Düşesi Georgiana’nın 18. yüzyıldaki skandallarla dolu hayatını konu edinmektedir. Yönetmenliğini Saul Dibb’in üstlendiği tarihi dram filminde başrolde Keira Knightley ve Ralph Fiennes başrol oynuyor.
Dominic’in rol aldığı diğer eserlerin arasında, Rupert Wyatt’ın yönettiği, başrollerini Biran Cox ve Joseph Fiennes’in paylaştığı The Escapist; John Krasinski’nin yönettiği Brief Interviews with Hideous Men; Tom Hanks’in yapımcılığını üstlendiği ve James McAvoy’un başrolü paylaştığı Starter for Ten; Boudicca; I’ll be There; Neil Jordan’ın yönettiği The Good Thief ve Hughes Kardeşlerin From Hell filmi bulunmaktadır.
Dominic mesleki eğitimini Londra Müzik ve Drama Sanatları Akademisi’nde aldı. Eğitimini tamamlamasının ardından, yönetmenliğini Nicholas Hytner’ın üstlendiği Mother Clap’s Molly House oyununda rol aldı, bu oyun saygın ve revaçtaki National Theatre’da sahnelendi. Arkasından Royal Shakespeare Company’nin A Midsummer Night’s Dream oyununda rol almasının ardından, His Dark Materials ve The History Boys oyunları için National Theatre’da tekrar Hytner’la bir araya geldi. The History Boys, En İyi Yeni Oyun dahil olmak üzere üç dalda Olivier Ödülü kazandı.
Alan Bennet’ın yazdığı The History Boys daha sonra Broadway sahnelerinde boy gösterdi ve En İyi Oyun dahil olmak üzere altı Tony Ödülü kazandı. Dominic, kendine güvenen ve baştan çıkarıcı Dakin rolündeki alkış toplayan performansıyla Drama Desk ve Evening Standard ödüllerine aday gösterildi. Dominic bununla birlikte oyunun film uyarlamasında da aynı rolü oynadı ve İngiliz Bağımsız Film Ödüllerinde Umut Vaat Eden Oyuncu ve Londra Film Eleştirmenleri Cemiyeti tarafından En İyi Erkek Yardımcı Oyuncu ödüllerine aday gösterildi.
Ludivine Sagnier (Serap), 2010 yılında Fransız yönetmen Christophe Honoré’yle Les Birn-Aímés filminde ikinci kez çalıştı.
2009 yılında, iki Fransız filminde başrol oynadı: Fabienne Berthaud’un yönettiği, Diane Krüger’le başrolü paylaştığı Lily Sometimes; ve Kristin Scott Thomas’la birlikte oynadığı, Alain Corneau’nun son filmi Love Crime.
2008 yılında, Fransız gangster Jacques Mesrine’in hayatını anlatan Ölümcül İçgüdü ve Ölümcül İçgüdü 2 isimleriyle yayınlanan, iki bölümlük filmde rol aldı. Film Jean-François Richet ve Vincent Cassel tarafından yönetildi. Ludivine Mesrine’in son aşkını canlandırıyor ve çağdaş bir yorumla gangster metresi karakterine yeni bir soluk katıyor.
Bunun öncesinde, Claude Chabrol oyuncuya İkiye Bölünen Kız filminde başrolü verdi. Oyuncunun başarıyla canlandırdığı başka bir rol de A Secret filmindeki Hannah oldu, bu film oyuncunun Claude Miller’la birlikte çalıştığı üçüncü film oldu.
Ludivine aynı zamanda Romain Druis’la birlikte oynadığı dönem filmi Molière’de boy gösterdi; yönetmenliğini Chritophe Honoré’nin üstlendiği Les Chansons d’Amour’da gayet güzel şarkı söyledi ve Jacques Fieschi’nin yönettiği Californie’yi Cannes Film Festivali’nde sundu.
Alfonso Cuaron, Paris Je T’aime’in bir bölümünde İngilizce oynaması için oyuncuyu seçti ve Ludivine Nick Nolte’yle başrolü paylaştı. Une Aventure, Xavier Giannoli’nin yönettiği ve oyuncunun ‘ölümcül kadın’ rolünde oynadığı başka bir film oldu.
Ama Amerikalıların Fransız yıldızı fark etmeleri, başrolünü Charlotte Rampling’in paylaştığı Havuz filmi sayesinde oldu. Göz kamaştırıcı, genç sarışını o kadar çok beğendiler ki, yönetmen François Ozon’un filmi vizyona girdiği dönemde Amerika’da en yüksek hasılat elde eden yabancı filmlerden biri oldu.
Claude Miller’ın Little Lili filminde de başrol oynayan Sagnier Cannes Film Festivali’nde iki filmle birden boy göstermiş oldu.
Oyuncunun bir yeteneği de P. J. Hogan’ın Peter Pan filmindeki haylaz Tink (Tinker Bell olarak da bilinir) rolüyle ortaya çıkmış oldu.
Sagnier, François Ozon’la en çok çalışan kadın oyuncu oldu ve Water Drops on Burning Rocks ile Catherine Deneuve ve Isabelle Huppert dahil olmak üzere bir sürü ünlü Fransız kadın oyuncunun rol aldığı 8 Women filmlerinde de başrolü paylaştı.
Sagnier’nin rol aldığı daha önceki sinema filmleri arasında, Juliette Binoche ve Benoît Magimel’le birlikte oynadığı, Diane Kurys’ün yönettiği The Children of the Century, Klaus Maria Brandauer’le birlikte oynadığı ve Charles Matton’un yönettiği Rembrandt; Laurent Tuel’in Jeu d’Enfants; Charlotte Gainsbourg ve Terence Stamp’le birlikte oynadığı, Yvan Attal’ın yönettiği My Wife is an Actress; Daniel Auteuil ve Kristin Scott-Thomas’la birlikte oynadığı, Pascal Bonitzer’ın yönettiğ Petit Coupures filmleri bulunmaktadır.
Raad Rawi (Munem) Irak ve Rusya kökenlidir. Kahire, Paris ve Cenevre’de öğrenim görmesinin ardından, Kaliforniya’da ekonomi öğrenimi gördü. Sahne sanatlarına geçiş yaptı ve Bristol Old Vic Theatre School’da oyunculuk eğitimi aldı. Rol aldığı bol miktardaki tiyatro eseri arasında National Theatre, Chichester Festival Theatre ve London’s Wes End sahnelerinde seyircilerle buluşan King Lear, Electra, Bombay Dreams, David Hare’ın Irak savaşı hakkındaki Stuff Happens bulunmaktadır. Rol aldığı televizyon eserleri arasında Murphy’s Law, Wire in the Blood, Spooks, MI-5 ve Silent Witness bulunmaktadır. Rawi’nin yakın zamanlardaki filmleri arasında Krallık, Hain ve Yeşil Bölge bulunmaktadır.
Philip Quast (Saddam Hüseyin / Faoaz) Avustralya’da dünyaya geldi ve Avustralya’da sergilenen Les Misérables’in (Sefiller) oyuncu kadrosunda yer aldı ve nihayetinde İngiltere’de ve Londra’da Royal Albert Hall’da 10. Yıldönümü Konseri’nde Javert rolünü oynadı. İngiltere’de Evita, La Cage Aux Folles, The Secret Garden gibi birçok müzikalde ve çeşitli gösterilerde oynadı: Royal Albert Hall’de “The Nİght of Ten Voices” gösterisinde üç defa ve “Sweeney Todd” gösterisinde Bryn Terfel’la birlikte oynadı. Philip, En İyi Erkek Müzikal Oyuncusu dalında üç Olivier Ödülü kazandı.
Royal Shakespeare Company’nin A Christmas Carol, Love’s Labours Lost, Macbeth, The White Devil, Troilus ve Cressida oyunlarında rol aldı. Bunun yanında, Sunday in the Park with George, South Pacific, Stuff Happens, A Funny Thing Happened on the Way to the Forum oyunlarında National Theatre sahnelerinde, The Fix ve Philip Quast Lİve at the Dommar oyunlarında da Dommar Warehouse sahnelerinde boy gösterdi.
Avustralya’da da Sydney Theatre Company’nin Into the Woods, Coriolanus, The White Devil, Democracy ve The Cherry Orchard oyunları dahil olmak üzere tüm ülkede birçok tiyatro eserinde sahneye çıktı.
Televizyondaki işleri arasında, Avustralya televizyonu için “Okul Oyunu” programının sunuculuğunu 17 yıl boyunca yaptı ve çalıştığı diğer televizyon eserleri arasında Brides of Christ, The Damnation of Harvey McHugh, Corridors of Power ve yakın zamanlı Bed of Roses bulunmaktadır.
Philip, Clubland, Caterpillar Wish ve Introducing the Dwights gibi birçok sinema filminde rol aldı. Silent Witness, Inspector Morse  ve Midsomer Murders oyuncunun İngiltere’de katkıda bulunduğu televizyon eserleri arasında yer alırken, BBC radyosunda da radyo oyunları sergiledi.
Mimoun Oaissa (Ali), Fas’ta dünyaya geldi ve Hollanda’da büyüdü. Amsterdam, New York ve Londra’da oyunculuk eğitimi almasının ardından, Hollanda’da Shouf Shouf Habibi! isimli Hollanda dizisinde başrol oynamasıyla Hollanda’nın en başarılı başrol oyuncularından biri olduğunu ispatladı. Oyuncu, büyük mali başarı elde eden bu dizinin öyküsünü yönetmenle birlikte hazırladı ve dizi tüm dünyada elli ülkeye satıldı ve birçok festivalde gösterildi. Uluslararası eserlerdeki rolleri arasında, Weddings and Beheading isimli kısa film, Hanif Kureishi tarafından yazılan, tek kişilik bir televizyon oyunu ve başrolünü Marisa Tomei’yle paylaştığı sinema filmi Amsterdam bulunmaktadır.
Khalid Laith (Yassem) aslen İran Körfezi’ndeki Bahreyn adasındandır. Öğrenimini Orta Doğu, İngiltere ve ABD arasında gidip gelerek tamamladı. Oyunculuk eğitimini şu an yaşadığı Londra’da bulunan Central School of Speech and Drama’da aldı. Oyunculuk işlerinin yanında, Khalid the Royal Court Theatre için Arapça oyunları İngilizceye çevirmekte, kısa film ve belgesel kurgusu yapmakta, kendi müziğini bestelemekte ve yayınlamaktadır.
Rol aldığı yakın zamanlı sinema ve televizyon eserleri arasında BBC yapımı Missing, BBC/Kudos yapımı Occupation, The Bill, Saddam’s Tribe, The Mark of Cain, The Hamburg Cell, Spooks ve The Inspector Lynley Mysteries bulunmaktadır. David Greg’in yönettiği, Londra’daki Tricycle Theatre’da sergilenen ve Kuzey Amerika turnesi yapan Damascus; Traverse in Edinburgh; Shadow Language ve Leaving Home yakın zamanlarda rol aldığı tiyatro eserlerinden bazılarıdır.
Danimarkalı oyuncu Dar Salim (Azzam), 2008 tarihli, eleştirel övgü toplayan Danimarka filmi Go with Peace Jamil’deki Jamil rolüyle çıkış yakaladı. Rotterdam Film Festivali’ndeki En İyi Film ödülü dahil olmak üzere birçok uluslararası ödül kazanan film, 2009 yılında Dar Salim’e de Danimarka Sinema Akademisi ödüllerinde En İyi Erkek Oyuncu dalında adaylık getirdi.
O zamandan beri çok sayıda Danimarka filminde rol aldı ve Thomas Vinterbverg gibi ünlü isimlerle çalışmasının yanında televizyonda da Emmy ödülü kazanan Danimarka yapımı The Protectors dizisinde konuk oyuncu olarak oynadı. Bunun yanında The West Wing dizisinin Danimarka versiyonu olan The Government’ta da düzenli olarak rol almaktadır. Dar, tiyatrodaki ik performansını da 2011 yılında, The Royal Theatre’da (Danimarka Devlet Tiyatroları) başrol oynayarak sergiledi.
2011 yılında Şeytanın İkizi filminin yanında, HBO yapımı Game of Thrones dizisinde Qotho rolünde düzenli olarak oynamaktadır.
Çok yönlü İngiliz-İranlı oyuncu/yazar Nasser Memarzia (Latif’in babası) komedi rollerinde ve ciddi rollerde aynı rahatlıkta oynayabilmektedir. İngiltere’de sahne aldığı tiyatrolar arasında Royal Court, National Theatre ve West End bulunmaktadır. Beyazperdede de Ridley Scott (Cennetin Krallığı), Danny Boyle (Milyonlar), Steven Spielberg (Münih) ve Mark Forster (Uçurtma Avcısı) gibi yönetmenlerle çalışmıştır. ‘Yetimhane Müdürü Zaman’ performansıyla, 2005 yılında Variety Magazine’in “Two Minute Oscars” ödüllerine aday gösterildi. Yakın zamanlarda Jeremy Brock’un Gabriel Range’in yönettiği, Toronto Film Festivali’ndeki prömiyerinde büyük alkış toplayan, etkileyici filmi I Am Slave’de rol aldı. Nasser yazar sıfatıyla Breath of Life eseriyle BAFTA ödüllerinde, Dusky Warriors eseriyle de LWT Plays on Stage ödüllerinde adaylık kazandı. Nasser televizyonda da Casualty, House of Saddam, The Bill, Midnight Man, The Hamburg Cell, Only Fools and Horses, White Teeth, Judge John Deed ve Arabian Nights gibi çeşitli eserde boy gösterdi.
Nasser evli ve üç çocuk babasıdır ve İngiltere’de Stratford-upon-Avon’da yaşamaktadır.

Resimler:

Bir yanıt yazın