“Elm Sokağı Kabusu”, ”Çığlık” ve “13. Gün”ün yaratıcılarının yeni filmi:
“SOLDAKİ SON EV-THE LAST HOUSE ON THE LEFT”
Eğer kötü karakterli insanlar, sevdiğiniz bir insana zarar verirse siz ona karşılık vermek için ne kadar ileri gidebilirsiniz?
“A Nightmare on Elm Street-Elm Sokağı Kabusu” ve “Scream-Çığlık” üçlemesinin usta yönetmeni Wes Craven ile “Friday the 13th-13. Gün”ün yaratıcısı Sean Cunningham, 70’li yıllarda Craven’in yönetmenlik kariyerini ateşleyen ve sonraki yıllarda birçok korku filmine esin kaynağı olan “Soldaki Son Ev – The Last House on the Left”i yeniden keşfetmek için bir araya geldiler.Tüm zamanların en ünlü korku filmlerinden birisini yeni kuşaklarla tanıştırırken, iki sıradan insanın, çocuklarına zarar veren bir sosyopattan intikam almak için neler yapabileceğini bir kez daha gözler önüne serdiler.
Collingwood’daki göl evine giden Mari (Sara Paxton) ile arkadaşı Paige (Martha Macisaac), orada psikopat ruhlu hapishane kaçağı Krug (Garret Dillahunt) ve ekibi tarafından kaçırılırlar. Krug’un ekibinde, dengesiz ruhlu kız arkadaşı Sadie (Riki Lindhome), sadist kardeşi Francis (Aaron Paul) ve beceriksiz oğlu Justin (Spencer Treat Clark) vardır.
Ölmeye bırakılan Mari’nin hayatta kalabilmek için tek umudu, anne-babası John ile Emma’ya (Tony Goldwyn, Monica Potter) ulaşıp oraya gelmelerini sağlamaktır. Saldırganlar bir sığınak ararken farkında olmadan Mari’nin hayatta kalabilmeyi başarabileceği tek yeri seçmişlerdir. Bu korkunç olayın intikamını almaya kararlı Mari’nin ailesi, çocuklara saldıranlara hayatı cehenneme çevirecektir.
Rogue Pictures’ın sunduğu “Soldaki Son Ev – The Last House on the Left”in yönetmenliğini, çağdaş Yunanistan’daki genç fahişeleri anlattığı “Hardcore” adlı çalışmasıyla adını duyuran Dennis Iliadis üstlendi. Yapımcılığını Wes Craven, Sean Cunningham ve Marianne Maddalena gerçekleştirdi. Başrollerinde Sara Paxton, Martha Macisaac, Tony Goldwyn, Monica Potter, Garret Dillahunt, Riki Lindhome, Aaron Paul ve Spencer Treat Clark kamera karşısına geçti.
Bir ailenin hayatta kalabilme mücadelesinin kabus gibi vizyonunu yaratmak için çok güçlü bir kamera arkası ekibi oluşturuldu. Filmin senaryosunu Adam Alleca (“Standoff”) ile Carl Ellsworth (“Disturbia”) yazarken görüntü yönetmenliğini Sharone Meir, prodüksiyon tasarımlarını Johnny Breedt, kurgusunu Peter McNulty, görsel efektler süpervizörlüğünü Jamison Goei yaptı. Müziklerini John Murphy’nin bestelediği filmin kostüm tasarımlarını Janie Bryant hazırladı.
PRODÜKSİYON NOTLARI
Bir Kült Klasik: Craven ile Cunnigham Korkuyu Yeniden Tasarlıyorlar
30 yıldan fazla süreye yayılan kariyeriyle Wes Craven, film ve televizyon dünyasının kültürel fenomenlerinden oldu. 1984 yılında senaryosunu yazıp yönettiği “A Nightmare on Elm Street-Elm Sokağı Kabusu” ile korku filmleri tarzını bütünüyle yenileyerek adeta yeniden yarattı. Ardından çok başarılı “Scream-Çığlık” üçlemesiyle korku tarzını yeni baştan yapılandırdı. Bu serilerin ikisi de hit filmlere dönüştü ve Craven’ın insan doğasında var olan bilinçdışı korkular olgusunu ne kadar iyi kavradığının da göstergesi oldu.
Korkunun kökenlerinin derinine inmedeki başarısı aslında 1972 yılındaki ilk filmi “The Last on the Left-Soldaki Son Ev” ile başlamıştı. O filmin yapımcılığını üstlenen korku ustası Sean Cunningham, daha sonra adeta efsaneye dönüşen “Friday, the 13th-13.Gün” adlı filmi yaparak yepyeni bir seriye imzasını atmıştı.
70’li yılların başında Viet-Nam Savaşına karşı tepkiler dalga dalga yayılıyor ve Amerikalı üniversite öğrencileri savaşı protesto ediyordu. Televizyon ekranlarında her akşam savaşın dehşeti boy gösterirken milyonlarca izleyici neye uğradığını şaşırmıştı. Amerikan vatandaşları artık adaletsizliği kendi ülkesinin sınırları içerisinde görüyordu. Genç insanlar başta insan, kadın ve gaylerin hakları gibileri olmak üzere zorlu konularda statükoya karşı dik duruyorlardı. Ülkeyi baştanbaşa saran devrimci duruşun yansıması olarak yeni kuşak film yapımcıları da geleneksel sinemanın sınırlarını zorlamaya başlamıştı.
Çağdaş gerilim filmlerinin akışını değiştirecek bir film ortaya koyma peşinde koşan genç yapımcılar arasında Wes Craven ile Sean Cunningham da vardı. Wes Craven o döneme ilişkin düşüncelerini şu sözlerle anlatıyor:
“Soldaki Son Ev”, o çağın bir ürünüydü. Kuralların paramparça olduğu; herkesin sansürün zincirlerini kırmaya çalıştığı bir dönemdi. Hepimiz o günlerde yerleşik düzen karşıtıydık. Vietnam Savaşı tüm hızıyla devam ediyordu. İzlediğimiz en güçlü filmler, savaşla ilgili belgesel filmlerdi. 1972’de “Soldaki Son Ev”i yaparken şiddet olgusunu gerçek şekliyle göstermek; en karanlık yüzünü sergilemek istemiştik. Bunu yaparken de ‘B sınıfı’ film temayüllerini kullandık.”
Kariyer akışını değiştirip yönetmenliğe başlamadan önce üniversitede edebiyat profesörü olan Wes Craven, ilk projesindeki esin kaynağını “The Virgin Spring” adlı Ingmar Bergman filminden almıştı. Bergman’ın o filminin esin kaynağı ise, “Töre’s Daughter in Vange” adlı bir Ortaçağ İsveç ballad şarkısıydı. 70’lerin başında büyük ilgi gören “Soldaki Son Ev”, 60’ların sonunda hakim olan deli bilimadamı ağırlıklı canavar filmlerinden korku ve dehşet içeren yapımlara doğru keskin dönüşü sağladı.
İki yapımcı o günlerde düşük bütçeli ve tartışmalı konulu filmlerinin izleyici çekip çekemeyeceğinden emin değildi. Aslında niyetleri de izleyici çekmek değil, uzun metrajlı bir film yapma deneyimini yaşamaktı. Wes Craven o günleri şu sözlerle anımsıyor:
“Sean ile beraber ‘The Last House on the Left’i yaptığımızda bu küçük filmimizin akıbetinin ne olacağı konusunda fikrimiz yoktu. İki üç sinema salonunda gösterilir; sonra yok olur gider diye düşünüyorduk.Belki de hiç kimse izlemeyecekti, hatta hiç kimse bizim o filmi yaptığımızın dahi farkında olmayacaktı. Şöyle düşünüyorduk: ‘İnsanların daha önce sinema ekranında hiç görmediği şeyleri göstereceğiz. Kameramızı çalıştırırız, gerisi nasılsa kendiğilinden gelir…”
““Soldaki Son Ev”in orijinal versiyonu, Cunnigham’ın deyimiyle bir gerilla filmiydi. Sadece 15 kişilik bir ekiple çekilmişti. Bütçesi de 100 bin doların altındaydı. Hatta paradan tasarruf edebilmek için filmin çekimlerinin çoğunu ekip üyelerinin Connecticut’taki evlerinde yapmışlardı. Filmin çekiminin nasıl koşullar altında gerçekleştiğini Cunningham’dan dinleyelim:
“Filmimizin setinde şöyle bir hava vardı. Birisi ortaya çıkıp, ‘Benim bir fikrim var, bunu kullanalım’ diyor. Senaryosunu sen yazarsın, ben para koyarım, öbürü yönetir, ben sandviçleri yaparım, sen sesleri kaydedersin tadında son derece ilkel koşullarda, öğrenci filmi düzeyinde çalışma oldu. Herkesin saate karşı yarıştığı bir lise piyesi tadındaydı. Bizler de kamera çevresinde koşuşturan çocuklar gibiydik.”
Filmin yapım koşulları böyle olunca, doğal olarak hiç kimse gişe başarısı beklemediği gibi, çağdaş gerilim filmlerinde devrim yaratacağını da ummuyordu. Wes Craven filmin açılış haftasında neler yaşandığını şu sözlerle anımsıyor:
“Sean’ı telefonla arayıp neler olduğunu öğrenmek istedim. Heyecanlı bir ses tonuyla, ‘Sen hala oturuyor musun? Filmimiz hit oldu. Seyirciler görmek için kuyruğa girdi’ deyince şaka yapıyor zannettim. İlk başlangıç müthiş olunca gerisi kendiliğinden geldi. Sinema salonlarının yanısıra üniversite kampüslerinde yıllarca gösterilmeye devam etti. Geceyarısı gösterimleri birbirini izledi. Genç korku filmi tutkunlarının bu işe heves etmeden önce mutlaka izlemesi gereken bir filme dönüştü.”
Bu ticari başarı karşısında Chicago Sun Times gazetesinin film eleştirmeni Robert Ebert, filmin yoğun tanıtımını yapmaya başladı. O günlerde genç bir eleştirmen olan Ebert, ““Soldaki Son Ev”i okurlarına tanıtırken, “Beklendiğinden en az dört kat daha iyi, sürpriz bir film. Hem ticari düzeyde başarı kazanan, hem de izleyiciye daha fazlasını vermeyi başaran ender filmlerden birisidir” yorumunu yapıyordu.
Film endüstrisi içinde Alexandre Aja ve Eli Roth gibi çağdaş yönetmenler, ““Soldaki Son Ev”in kendi estetik anlayışlarını olağanüstü etkileyen bir yapım olduğunu söylediler. Craven ile Cunningham’ın başyapıtını yeniden çekme görevini Dennis Iliadis adlı genç bir Yunanlı yönetmenin üstlenecek olmasını da büyük bir memnuniyetle karşıladılar.
PRODÜKSİYON NOTLARI
Eve Hoşgeldiniz: “Soldaki Son Ev”e dönüş
Hızla 30 yıl ileriye gidiyor, bugüne ulaşıyoruz. Son yıllarda “The Texas Chainsaw Massacre” gibi korku klasiklerinin yeni çevrimleriyle şaşırtıcı başarıya ulaşan yapımcı ortaklar, “The Last House on the Left”i de yeniden çekmeyi düşünmeye başladılar.
Craven bu tercihin gerekçesini şu sözlerle açıklıyor: “Orijinal filmin çok küçük bir bütçeyle yapılmış olması nedeniyle öykünün keşfedemediğim birçok yönü kalmıştı. Yeni versiyonu daha büyük bütçeyle çekme şansımız olduğu için prodüksiyonun boyutunu genişletme fırsatımız vardı. Ayrıca çekimlere de daha fazla zaman ayırabilir ve özen gösterebilirdik.”
Bu klasiği günümüz izleyicisine yeniden sunmak isteyen Craven ve ekibi, çok bilinen öyküyü 37 yıl sonra yepyeni bir perspektifle anlatabilecek genç bir yönetmen aramaya başladılar. Görsel açıdan yenilikçi bir yönetmen olması gerekiyordu. Üstelik sadece hayal gücünü kullanmakla yetinmeyip, aynı zamanda orijinal filmin aksiyon ve terör boyutlarını yeniden yakalamalıydı. O filmin unsurlarını farklı ve yepyeni bir deneyim şeklinde bir araya getirmeyi başarmalıydı.
Rogue Pictures yetkilileri tam bir yıl boyunca 100 farklı yönetmenle görüşerek değerlendirme yaptılar. Projenin yapım ortaklarından Cody Zweig, genç Yunan yönetmen Dennis Iliadis’in “Hardcore” adlı filmini izlemiş ve etkisinde kalmıştı. Iliadis’in o filminde günümüz Atina’sında yaşayan dört fahişenin çarpıcı öyküsü vardı. Filmi gördükten sonra Sean Cunningham, Wes Crawen ve Marianna Maddalena’nın da mutlaka izlemesini istedi. “Hardcore” adlı filmde dünyanın en eski mesleği olarak bilinen fahişelik olgusuna Iliadis’in getirdiği yepyeni yaklaşım hepsini derinden etkiledi.
Dennis Iliadis imzalı “Hardcore”, 2005 yılının yeni Avrupalı yönetmenlerinden birisinin en iyi filmi sıfatıyla Variety dergisi tarafından Eleştirmenler Ödülü’ne layık görülmüş, ayrıca çok prestijli Alman Bağımsız Filmler Ödülü’nü kazanmıştı. Daha da önemlisi, düşük bütçeli bir yapım olduğu halde son derece iyi bir prodüksiyon değerine sahipti. Bu da Iliadis’in kısıtlı bütçe olanaklarıyla bile yüksek profilli bir film çekebilecek çapta bir yönetmen olduğunun göstergesiydi.
“Soldaki Son Ev” projesinin gerektirdiği şok edici kanlı görüntüleri birçok yönetmen elde edebilirdi ama Dennis’nin onlardan farkı, karakterleri ve içinde bulunduğu durumları istismar etmeden bunu başaracak kapasitede olmasıydı.”
“Last House” projesinde Wes Craven ile çalışma fırsatını hemen kabul ettiğini ifade eden Dennis Illiadis, filmde uyguladığı yaklaşımı şu sözlerle özetliyor:
“Bu proje benim için kaçırılmayacak bir fırsattı. Craven ile çalışma şansının yanısıra Amerika’daki ilk filmim olacaktı. Wes’in tüm filmlerini izlemiş, hepsini sevmiştim. Bu filmde son derece orijinal bir öykü temel alınmıştır ki, harika bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Wes’in filminin şok edici değerlerinin hepsini alıp eldeki öyküyü kendi tarzıma göre geliştirdim.”
Craven’in orijinal senaryosunu şablon olarak kullanan yapımcılar, yeni versiyonun senaryosunun yazımı için yazar Adam Alleca’yı görevlendirdiler. Daha sonra Carl Ellsworth devreye girerek “Last House”un senaryosunun güncellenmesi ve ince ayarlarının yapılması görevini aldı.
Daha önce Craven ile “Red Eye” adlı filmde beraber çalışmış olan Ellsworth’un “Last House” projesiyle ilgili yorumu şöyle: “Wes Craven gibi usta bir yönetmenin ilk filmini yeniden ziyaret etme fırsatını kaçırmak istemedim. O film kendi türünün klasiklerinden birisidir. Senaryosunu yeniden yazarken gerilim dozunda bazı ayarlamalar yapmak istedim. Sonuçta olağanüstü koşullar altında kalan sıradan insanları konu alır.”
Yönetmen Iliadis de, gerilim üreten boyutlar ile kompleks karakterlerin birbiriyle örülmesi fikrini sıcak karşıladığını belirterek şunları söylüyor:
“Bu filmin izleyiciyi sımsıkı kavrayan ve hiçbir yere gitmesine izin vermeyen bir film olmasını istedim. Gerilim dozunu verirken aynı zamanda insan doğası hakkında düşündürmeliydi. Kim uygardır, kim değildir? Kim şiddet yanlısıdır, kim normaldir? Bu gibi sorulara yanıt aramalıydı. Bizim filmimiz seyirciyi boğazından sımsıkı yakalar ve insan doğası üzerine onlara bazı şeyler anlatır. Sonuçta hepimiz çok ilginç bir canlı türünün temsilcileriyiz.”
Oyuncu Kadrosu: Kurbanlar ve Kurban Edenler
Yönetmen Iliadis’in “Last House”u yaparken ilk düşüncesi, filmdeki her karakter için mükemmel bir oyuncu kadrosu kurulması şeklindeydi. İzleyiciyi Collingwood ailesinin ürkütücü sınavına çekmenin başka çaresi yoktu. İzleyicinin bu deneyimi tam olarak yaşayabilmesi için koyu karanlıkta sanki kendi yakınlarının başına geleni seyrediyormuş duygusuna kapılması gerektiğinden emindi.
Genç yüzücü Mari Collingwood rolünde Sara Paxton
Gündemin ilk sırasında şampiyon genç yüzücü Mari Collingwood karakteri vardı. İnişli çıkışlı duygu yoğunluğu yaşayan bu karakter için gerekli derinliğe sahip bir genç oyuncuyu bulmak kolay değildi. Yönetmen ve yapımcılar, yüzlerce genç oyuncu arasından bugüne kadar “Aquamarine”, “Sleepover” ve “Sydney White” gibi popüler komedilerde oynamış olan Sara Paxton’u seçtiler.
Yönetmen Iliadis bu tercihin sebebini şu sözlerle açıklıyor: “Sara Paxton’un oynadığı filmlerin komedi ağırlıklı lise dönemi filmleri olması nedeniyle ilk bakışta böyle bir rol için pek uygun değil gibi görünebilir. Ancak olağanüstü zekaya sahip bir oyuncu olduğunu hemen anladım. Sadece gözlerine bakınca bile zeka pırıltılarını görebiliyordum. Duygusal açıdan yoğun bir insan olması onu adaylar arasında ilk sıraya çıkarttı. Karşımda böyle bir öyküyü anlatabilecek bir çift göz vardı. Oynayacağı karakter ile empati kurabileceği anlaşılıyordu. Nitekim çok cesur ve büyüleyici bir performans ortaya koydu.”
Sara Paxton fiziksel ve duygusal açıdan tüketici böyle bir rol fırsatına balıklama atladığını belirterek şöyle konuşuyor: “Uzun zamandan beri hep komediler yapıyor, deli dolu,uçuk kaçık karakterleri oynuyordum. Bu defa farklı birşeyler yapmanın zorluğuna katlanmak istedim.”
Bu rolü kabul ederken kendisini bekleyen zorlukların farkında olduğunu söyleyen Sara Paxton sözlerine şöyle devam ediyor: “Özellikle Paige karakterinin vahşice öldürüldüğü ve Mari’nin tecavüze uğradığı sahne çok zorluydu. Bu filmin şiddet yüklü, dehşet verici, ürkütücü ve cinsel açlık yüklü bir çalışma olacağının farkındaydım. Sıkıntılı olduğumu görünce Dennis beni ofisine davet ederek bir görüşme yaptı. Takıldığım noktaları çok iyi anladı ve tecavüz sahnesindeki cinsellik boyutunun benim düşündüğümden farklı olacağını söyledi. Şiddet yüklü ve korkutucuydu ama rahatça oynadım.”
Mari’nin annesi Emma rolünde Monica Potter
Mari’nin annesi Emma rolünde Monica Potter’ın oynamasına karar verildi. Bugüne kadar “Patch Adams” ve “Head Over Heels” gibi komedilerle tanınan Monica Potter, “Saw” ve “Along Came a Spider” gibi korku ve gerilim filmlerinde de oynadığı için bu türlerin yabancısı değildi.
Gerçek yaşamında da ergenlik çağında bir gencin annesi olan Monica Potter, filmin keşfe çıktığı temaları beğendiğini belirterek şöyle bir yorum yapıyor: “Bu filmin beni en çok cezbeden yanı aile ilişkileri oldu. Özellikle de çocuklarını kaybeden bir ailenin nasıl tepki verdiğinin gösterilmesini sevdim. Onlar çocuklarını korumak istiyorlar ki, konunun özü buradadır. Şunu hepimiz çok iyi biliyoruz ki, kızımızı ve oğlumuzu korumak için yapamayacağımız şey yoktur.”
Dr. John Collingwood rolünde Tony Goldwyn
Dr. John Collingwood rolünde deneyimli aktör / yönetmen Tony Goldwyn kamera karşısına geçti. Ünlü aktörün filme katılımı sırasında tıpkı Sara Paxton’da olduğu gibi belli bir tedirginlik yaşandı. O günlerde neler yaşandığını ünlü aktörün kendisinden dinleyelim:
“Ailesini korumak adına akla hayale gelmeyecek şeyler yapan bir adamı oynamak son derece cazipti. Ancak Sara gibi benim de bazı çekincelerim vardı. Senaryoyu okuduğumda aşırı şiddet yüklü olması beni şok etmişti. Bunun üzerine Marianne bana Dennis’in ‘Hardcore’ adlı filmini gönderdi. Detaylara özen gösterilerek zekice yapılmış bir film olduğunu gördüm. Hümanizm boyutu çok yüksekti. O film de insanın yüzüne tokat gibi vuran bir çalışmaydı. Böylece ne kadar yetenekli bir yönetmenin elinde çalışacağımı anlayınca Dr. John Collingwood rolünü kabul ettim.”
Paige rolünde Martha Macisaac
Mari’nin kasabalı arkadaşı Paige rolünde Martha Macisaac oynadı. Hit komedi filmi “Superbad”deki rolünden sonra gerilim tarzına geçiş yapan genç oyuncu, filmde portresini çizdiği Paige karakterini şu sözlerle tanımlıyor: “Paige sağı solu belli olmayan, serseri mayın gibi bir kızdır. Özgür ruhlu, çılgın ve esprilidir. Ancak neşe dolu hayatı çeşit çeşit işkence görerek son bulur. Böyle bir karakteri oynamak benim için son derece farklı bir deneyim oldu.”
Martha Macisaac sözlerine şöyle devam ediyor: “Daha önce böylesine fiziksel güç gerektiren bir rolde hiç oynamamıştım. Hepimiz kendi dublörlüğümüzü kendimiz yaptık diyebilirim. Tepelerden yuvarlandık, zor durumlardan kurtulmaya çalıştık. Ormanlarda mini eteğim ve çizmelerimle günlerce koştum durdum. Böyle bir kıyafet rahat zannedilebilir ama kesinlikle rahat değildi.”
İki Farklı Ailenin İç içe Geçmiş Öyküsü
“The Last on the Left”te 24 saatlik zaman diliminde iki farklı ailenin trajik şekilde iç içe geçmiş öyküsü anlatılır. Farklı kutupları temsil eden iki baba arasındaki paralelliklerin kendisini büyülediğini belirten Dennis Iliadis, “Bir tarafta çatışma ve drama aracılığıyla hayatta kalabilecek bir aile vardır. Diğer tarafta ise doğru olanı yapmaya çalışan bir aile olduğunu görürüz. Ancak ikisi arasında bazı benzerlikler söz konusudur. Bu ikilemi işletebilmek için mükemmel baba ile sadist ruhlu baba arasında bazı benzerlikler mutlaka olmalıydı” diyor.
Kötü ruhlu çete lideri Krug rolünde Garret Dillahunt
Kötü ruhlu çete lideri Krug karakterinin portresini çizme görevini “No Country for Old Men”den tanıdığımız Garret Dillahunt üstlendi. Bu karakter için düzinelerce aktörle prova yaptıktan sonra Dillahunt üzerinde karar kıldığını söyleyen Iliadis, o aşamayı şu sözlerle anımsıyor:
“Krug rolü için prova yaparken herkes tipik kötü adamı oynamaya çalışıyordu. Bu daima çok büyük bir hatadır. Çünkü en sadist ruhlu caniler bile gülümseyebilir. O katilin gülümsemesi gerekir ki, gözlerindeki değişim ortaya çıksın. Garret bu rolü büyük bir tutkuyla oynadı.”
Garret Dillahunt bu karakteri oynarken nelere dikkat ettiğini şu sözlerle anlatıyor: “Krug karakterini hümanize etmek için herşeyden önce psikopat ruhlu bir erkeği ve hareketlerini anlamam gerekiyordu. Rolüme hazırlanırken seri katiller ve onların işledikleri suçlar hakkında çeşitli kitaplar okudum. Oğlunu çok fazla sevdiği halde ben onun çok iyi bir baba olmadığını düşünüyorum. Hayatı boyunca işler onun istediği gibi gitmediği için acı doludur. Sorunlu küçük ailesindeki bağları korumaya çalışır. Çetenin lideridir ve o pozisyonda kalabilmek için çaba gösterir.”
Garret Dillahunt sözlerini şöyle noktalıyor: “Krug’un çevresinde şiddeti en az onun kadar tırmandırmaya hazır olan acımasız bir grup vardır. Bunlar, geride herhangi bir ipucu bırakıp bırakmadıklarıyla çok fazla ilgilenmeden adeta alem yaparcasına cinayet işleyen katillerdir. Krug ile aynı ölümcül spirale girmişlerdir. Sönüp gitmeden önce verebilecekleri kadar fazla hasar vermek isteyen ateş gibidirler.”
Krug’un sadist ruhlu kardeşi Francis rolünde Aaron Paul
Krug’un sadist ruhlu kardeşi Francis’in portresini, eleştirmenlerin gözdesi “Breaking Bad” adlı dizideki çalışmasıyla tanınan Aaron Paul çizdi. Aslında Paul de ilk başta rol teklifini geri çevirmişti ama prodüksiyon ekibi “hayır”ı cevap olarak kabul etmiyordu. Özellikle yapımcı Maarianne Maddalena onun peşinde ısrarla koştu ve rolü kabul edinceye kadar baskı yaptı.
Yapımcının ısrarı sonucunda böylesine kötü yürekli bir karakteri oynama fırsatını cazip bulduğunu belirten Aaron Paul, “Daha önce böyle bir rolü hiç oynamamıştım. Tamamen farklı kişiliklere bürünmeyi seven bir oyuncuyum. Bu kadar kötücül bir karaktere bürünmek güzel bir deneyim oldu. Francis karakteri şeytani ruhlu ama bir o kadar da seksi bir erkektir. Diğer masum yaratıklarla oyuncak gibi oynamayı ve onlara zarar vermeyi sever” diyor.
Krug’un dengesiz ve sadist kız arkadaşı Sadie rolünde Riki Lindhome
Krug’un dengesiz ve sadist ruhlu kız arkadaşı Sadie’nin portresini Riki Lindhome çizdi. Genç oyuncu bu karakteri şu sözlerle yorumluyor: “Sadie sosyopat bir kızdır. İnsanları öldürmeyi sever. Bir saniye sonrasını düşünüp hesaplayacak birisi değildir. Hoşuna giden şeyi ne pahasına olursa olsun mutlaka yapar, sonra unutur gider. Katil ruhlu bir kadının beyin yapısını anlayabilmek için Krug’a yüzde 100 bağlı bir kadın hayal etmeye çalıştım. Sadie onu hapishaneye gitse bile bekleyecek bir kızdır. Onunla beraber olabilmek uğruna kendi hayatını riske atmak dahil, herşeyi yapmaya hazırdır.”
Talihsiz Justin rolünde Spencer Treat Clark
Kadroyu tamamlayan son aktör, Krug’un talihsiz oğlu Justin rolünde kamera karşısına geçen Spencer Treat Clark oldu. “Gladiatör”den hatırladığımız genç aktör, sıra çekimlere geldiğinde zor bir karar vermek zorunda kaldığını belirterek şöyle konuşuyor:
“O aşamada kararsız kaldım. Üniversitedeki ikinci yılımdı ve bu rol teklifi geldiğinde üç haftalık sömestr tatilinin başlamasına üç hafta vardı. Buna rağmen filmde oynamak istedim. Bu kararımda Justin karakterinin filmin ahlaki merkezi olmasını fark etmem önemli rol oynadı. Filmde Justin için çok az ipucu verilir, bu nedenle onun nereden geldiğini bilemeyiz. Babası, Sadie ve Francis ile beraber ne kadar zamandır yollarda olduğunu da anlayamayız.”
Prodüksiyon Tasarımları: Soldaki Son Ev’i İnşa Etmek
Los Angeles merkezli prodüksiyon ekiplerinin oyuncu kadrosunu kurmasından sonra aktörler valizlerini toplayıp Güney Afrika’daki Cape Town’ın yolunu tuttular. Burada bir hafta süreyle yoğun prova yapıldı. Yönetmen Iliadis’e göre, gerekli derinliğe ve gerçeğe ulaşılması açısından çekim öncesindeki prova seansları çok önemliydi. Yönetmen bu konudaki yaklaşımını şu sözlerle anlatıyor:
“Senaryodaki ve karakterlerdeki gerçeği bulmak için o karakterleri aktörlerle birlikte keşfetmek gerekir. Bu nedenle aktörleri bana fikir vermeleri için teşvik ederim ve senaryo sayfalarına çok bağlı kalmamaları için elimden geleni yaparım. İstediğimi verdikleri andan itibaren herşey büyüleyici olur. Başlangıçta belki biraz yoruluyorum ama sonrasında sırtımı yaslayıp keyfime bakarım.”
Filmin prodüksiyonunun 2008 ilkbaharında başlaması gerekiyordu. Ancak orijinal filmin çekim yeri olan Connecticut’taki hava koşullarının o dönemde elverişsiz olması ihtimali vardı. Yapımcılar bu nedenle mekan arama çalışmasını dünyanın çeşitli ülkelerine yaydılar.
Amerika’nın Batı eyaletlerinden başlayan arama çalışması Romanya’ya kadar uzandı. Sonunda Güney Afrika’nın Cape Town kentinde karar kılındı. Bu kentin seçilmesinin sebebi, son derece deneyimli çekim ekiplerinin bulunması, maliyetten tasarruf fırsatları ve hepsinden önemlisi de filmin konusunun geçtiği Pasifik Kuzeybatı’sını çağrıştıran ıssız göl kenarı mekanlarının bulunmasıydı. Dolayısıyla göl kenarı mekanları rahatlıkla Amerika’nın Pasifik kıyılarının yerini tutabilirdi.
Filmin prodüksiyon tasarımcısını olarak Güney Afrikalı Johnny Breedt seçildi. Birkaç yıl önce Wes Craven’in yine Cape Town’da çektiği “The Breed” adlı filmde de çalışan Johnny Breedt, “Bugüne kadar 10 tane korku filminde çalıştım. Hepsi de harikaydı. Korku filmleri sözkonusu olduğunda, normal dönem filmlerinde asla yapamayacağım herşeyi yapma fırsatı buluyorum” diyor.
Filmin aksiyon sahnelerinin büyük kısmı, Collingwood ailesinin ıssız göl kenarındaki evinde geçecekti. Bu yüzden, korkuyu yaratan cennet gibi ortamın bulunması öncelik taşıyordu. Johnny Breedt ve prodüksiyon ekibi, uygun mekan bulabilmek için ülke çapında arama çalışması yaptılar.
Breedt yapılan çalışmayı şöyle anlatıyor: “Bu filmde bulunması en zor mekan göl kıyısındaki ev oldu. Bölge bölge gezdik ama hiçbirisi istediğimiz gibi gözükmüyordu. Sonunda öyle bir noktaya geldim ki, belki de bu filmi yanlış mekanda çekmek zorunda kalacağımızı dahi düşünmeye başladım.”
Haftalar süren aramanın sonucunda Cape Town’a 45 dakika uzakta çam ağaçlarıyla dolu bir orman koruma alanı keşfedildi. Ancak bölgede uygun bir ev olmadığı için soldaki son ev –misafir evi ve bitişikteki garajıyla birlikte- burada sıfırdan inşa edilecekti.
Filmin otantikliğini sağlamak amacıyla göl evinin iç ve dış mekanlarının koruma bölgesinde inşa edilmesine karar verildi. Yapımcılardan Jonathan Craven bu tercihi şöyle açıklıyor:
“Aslında ilk başta dış mekanların doğal ortamda yapılması, iç mekanların stüdyoda yapılması fikri vardı. Dennizs, Sharone ve diğer yapımcılar olarak hepimiz, filmde görülecek herşeyin gerçek ortamda tam işlevli bir ev seti şeklinde kurulması konusunda anlaşmaya vardık. Böylece yer değiştirmemize gerek kalmadan herşeyi içeride ve dışarıda çekebilecektik. Gece sahnelerini çekerken stüdyoda olmak çok uygun olmaz diye düşündük. Ama herşeyi aynı ortamda çekme kararı alınca da, tam üç hafta boyunca hepimiz adeta gece kuşlarına döndük.”
Collingwood ailesinin göl evi ve yanındaki misafir eviyle ilgili planlar hazırlanırken Massachusetts’te bulunan yüz yıllık bir çiftlik evi örnek alındı. Tasarımda en ince detayları sağlamak için Breedt ve ekibi tarafından bu çiftlik evinde yüzlerce fotoğraf çekildi. Sonra Güney Afrika’ya geçilerek çok büyük bir hızla Collingwood tesislerinin inşasına başlandı. Hazırlanan mekanlar arasında ana ev, misafir evi, bitişikteki garaj ve diğer detaylar hazırlandı. Birkaç aylık çalışma bittiğinde mekanlara çetin doğa koşullarının getirdiği yıpranma payı uygulandı.
Breedt ve ekibi yıllarca süren deneme yanılma yöntemiyle bir evi eskitmenin tekniklerini öğrenmişlerdi. Ünlü tasarımcı bunu nasıl yaptığını şu sözlerle açıklıyor:
“Eğer bir eve tarihi hava verirseniz filminize katmanlar sağlamış olur. Bu filmdeki ev oldukça eski bir evdir ve yıllar boyunca birtakım restorasyon çalışması yapılmıştır. Ancak eve dışarıdan baktığınızda aslında eski bir ev olduğu açıkça ortaya çıkar.”
Prodüksiyon tasarımcısı Johnny Breedt daha sonra ekiplerini Cape Town’daki ikinci el dükkanlarına ve bitpazarına göndererek Amerikan yapı materyalleri, ev içi mobilyaları ve aksesuarları aramalarını istedi. Ekipler malzemeyi bulabilmek için elinden geleni yaptığı halde bazı materyalin doğrudan doğruya Amerika’dan getirilmesi gündeme geldi. Bunlar arasında elektrik düğmelerinden fişlere, battaniyelerden bulaşık kurulama bezlerine kadar en ince detaylar vardı. Sonuçta filmin çekimleri Güney Afrika’da yapıldığı halde, konusunun Amerika’da geçtiğine izleyicinin inanması gerekiyordu.
Görüntü Yönetmenliği ve Görsel Efektler
“Last House”daki heyecan dalgasının önemli kısmı, olağanüstü görsel enerjiden gelir. Yönetmen Iliadis açısından filmin sürekli yüksek tempoda seyreden gerilim boyutunu sağlamak öncelikli önem taşıyordu. Bunu başarabilmek için görüntü yönetmeni Sharone Meir ile anlaşma yaptı. Meir’in daha önce “Mean Creek” adlı filmde yaptığı usta işi çalışma, yönetmenin bu proje için arzu ettiği dayanılmız sinir bozuculuk açısından önemli bir referans oluşturuyordu.
Filmin çekimleri sırasında Sharone Meir ile keyifli bir çalışma yaptığını söyleyen Iliadis, çekimlerle ilgili izlenimlerini şu sözlerle dile getiriyor:
“İkimiz de Akdeniz’liydik. Bu da herşeyin daha renkli olmasını sağladı. Sharone ile sanki tuhaf bir evli çift gibiydik. Bol bol kavga ediyorduk ama aramızda ilginç sohbetler geçiyordu. Bu konuşmalar genellikle yüksek sesliydi ama sonuçta sevgi dolu bir iletişimdi.”
Kariyerinin başlangıcında çektiği “Soldaki Son Ev”in 2009 versiyonundaki görüntüleme çalışmasına övgüler yağdıran Wes Craven, düşüncelerini şu sözlerle dile getiriyor: “Iliadis’in Meir ile birlikte yaptığı çalışmaya hayran kaldım. Meir bu filmde yaptığı çalışmayla orijinal filmin ruhuna ulaşırken oyuncu performanslarını da çok güzel yakaladı. Bu filmden anımsadığım en güçlü çekimlerden bir tanesi, tecavüz sahnesinin ardından Mari’nin göle doğru koştuğu sahnedir. O çekimde olağanüstü hümanizm ve zerafet vardı.”
Filmin görsel efektlerini, daha önce “Twilight – Alacakaranlık” ve “The Hills Have Eyes” ve devam filmlerinde KNB adlı özel efekt şirketiyle beraber çalışmış olan Jamison Goei hazırladı. Durgun göl sularına giren mermilerin açtığı deliklerden mikrodalga fırında pişen kafalara kadar her sahnede Goei ve ekibi, yüksek teknolojiye dayalı kesintisiz görsel efektler yarattılar.
Jamison Goei filmin görsel efektlerini hazırlarken yaklaşımını şu sözlerle özetliyor: “Iliadis ile yaptığımız ilk görüşmelerden itibaren ortak bir kararımız vardı. Görsel efektlerin eklenmesi minimum düzeyde tutulacaktı. Bu tip eklemelerden nefret ederim. Herşeyin kamera önünde olup bitmesini isterim. Daha kanlı sahneler yaratmak için konu dışı birşeyler eklenmesine karşıyım. Bence bu tip dengeler çekim devam ederken kendiliğinden oluşur.”
Yönetmen: Dennis Iliadis
Oyuncular: Sara Paxton, Martha Macisaac, Tony Goldwyn, Monica Potter,
Garret Dillahunt, Riki Lindhome, Aaron Paul, Spencer Treat Clark
Senaryo: Adam Alleca, Carl Ellsworth
Yapımcılar: Wes Craven, Sean Cunningham, Marianne Maddalena
Görüntü Yönetmeni: Sharone Meir, Prodüksiyon Tasarımı: Johnny Breedt
Kostüm Tasarımı: Katherine Jane Bryant, Kurgu: Peter McNulty
Resimler: