Davetsiz – The Uninvited

“THE UNINVITED – DAVETSİZ”
29 Mayıs 2009’da Türkiye Sinemaları’nda gösterilmeye başlanıyor
Güney Kore filmi “Karanlık Sırlar”ın yeni çevrimi “The
Uninvited-Davetsiz” iki kızkardeş ile üvey anneleri arasındaki ölümcül
irade savaşını konu alıyor.
Yükek voltajlı gerilim ve heyecan filmi “The Uninvited – Davetsiz”de,
psikaytri kliniğinden taburcu olan Anna adlı bir genç kızın (Emily
Browning), annesinin şüpheli ve zamansız ölümünü çevreleyen gizem
perdesini aralamaya kalkışması üzerine gelişen ölümcül irade savaşları
anlatılır.
Anna’nın klinikte tedavi gördüğü günlerde babası Steven (David
Strathairn), annesinin eski hemşiresi Rachel ile (Elizabeth Banks)
nişanlanmıştır. Anna’nın yaşadığı umutsuzluk, annesinin hayaletinin
ortaya çıkıp intikam istemesi üzerine korkuya dönüşür. Annesinin
hayaleti katili olarak Rachel’i işaret etmektedir. Bunun üzerine Anna
ile kızkardeşi Alex (Arielle Kebbel), Rachel’in soru işaretleriyle dolu
geçmişini araştırmaya girişirler.
DreamWorks Pictures’ın sunduğu “The Uninvited – Davetsiz”in
yönetmenliğini Guard Kardeşler (üstlendi. Senaryosunu Craig Rosenberg,
Doug Miro ve Carlo Bernard’ın yazdığı filmin yapımcılığını Walter T.
Parkes, Laurie MacDonald ve Roy Lee gerçekleştirdi. Başrollerinde Emily
Browning, Elizabeth Banks, Arielle Kebbel ve David Strathairn kamera
karşısına geçti.
HOŞ KARŞILANMAYAN GERİ DÖNÜŞ
Annesinin trajik ölümünün ardından bunalıma girerek intihara kalkıştığı
için psikiyatri kliniğinde tedavi altına alınan Anna (Emily Browning),
taburcu olup evine geri döndüğünde şok edici bir tabloyla karşılaşır.
Babası Steven aradan geçen süre içerisinde annesinin eski hemşiresi
Rachel’a (Elizabeth Banks) gönlünü kaptırmıştır. Kendisini ihanete
uğramış hisseden Anna, ihtiyaç duyduğu teselliyi kızkardeşi Alex’te
(Arielle Kebbel) arar.
Anna rolünde oynayan Emily Browning, portresini çizdiği karakterin
ikilemini şu sözlerle yorumluyor: “Anna kendisini aniden kaybolmuş gibi
hisseder. Babasının Rachel’a aşık olması nedeniyle aile içerisindeki
kendi konumunu bilemez. Hatta kızkardeşi Alex bile kendisine karşı
mesafeli ve biraz da düşmanca davranmaktadır. Daha da kötüsü, Rachel
artık evi tamamen ele geçirmiştir ve Anna ile Alex’in annesiyle ilgili
tüm anıları silmeye kararlıdır.”
Ancak Alex zaman içinde bazı itiraflar yapar. Kendisini Anna tarafından
terk edilmiş gibi hissettiğini, evde Rachel ile tek başına başa çıkmak
zorunda kaldığını söyler. Alex rolünde kamera karşısına geçen Arielle
Kebbel, bu karakterin ruh halini şu sözlerle yorumluyor:
“Anna sürekli olarak akıl hastanesindeki hayatın ne kadar berbat
olduğunu anlatmaya çalışır. Ancak Alex  de evdeki hayatlarının  da
mükemmel olmadığında  ısrarlıdır. Aslında Anna’nın geri dönüşünden
mutludur ama duygularını göstermek istemez. Çünkü Anna’nın akıl
hastanesine yatmasıyla birlikte yapayalnız kalmış, evdeki sorunlarla
tek başına boğuşmak zorunda kalmıştır. Babasının da Rachel’ın evine
taşınması üzerine bunalıma giren Alex, ‘Artık yeter. Babaya ihtiyacım
yok. Hiç kimseye ihtiyacım yok. Yeteri kadar incindim’ düşüncesini
kendi kendisine telkin etmektedir.”
Anna ile Alex’in ortak noktası ise babalarının yeni kız arkadaşı
Rachel’dan hoşlanmıyor oluşlarıdır. İki genç kızın babası Steven rolünü
üstlenen David Strathairn, portresini çizdiği karakterin hayata
bakışını şu sözlerle tanımlıyor:
“Aslında Steven’ın niyeti kızları için iyi bir baba olmaktır. Ancak
daima kariyerine öncelik verdiği için ailesi onun için hep ikinci
planda kalmıştır. Şimdi karısı ölmüştür ve çocuklarına yeteri kadar
zaman ayıramadığı için vicdan azabıyla karışık suçluluk hissetmektedir.
Bu nedenle karısının sağlığında kaçırdığı fırsatı şimdi yakalamaya
çalışır. Kızları için sadece iyi bir baba olmakla kalmayıp sırdaş
olmaya gayret gösterir. Ancak bu hiç de kolay değildir. Çünkü kızı
Anna’yı yeterince tanımamaktadır. Bir baba-kız ilişkisinin nasıl olması
gerektiğine dair bazı beklentileri vardır ama sorunlarla başa
çıkabilmek için tam anlamıyla hazır olduğu söylenemez.”
David Strathairn sözlerine şöyle devam ediyor: “Steven’ın önündeki bir
başka engel, karısının ölümünden hemen sonra Rachel ile filizlenmeye
başlayan yeni ilişkisidir. Rachel ile evlenmek ister. Rachel’a aşıktır,
çünkü pişmanlık duygusundan onun sayesinde kurtulmuştur. Ancak Anna
olayı bu şekilde göremez. Annesini kaybetmiştir ve Rachel onun yerini
almaya çalışmaktadır. Anna bu duruma kesinlikle hazır değildir. Daha da
önemlisi, Anna ergenlik çağını tüm çalkantılarıyla yaşamaktadır.”
Rachel’ın Anna ile iletişim kurmaya çalışmasıyla birlikte Anna’nın
küskünlüğü nefrete dönüşür. Anna’ya göre, Rachel’ın amacı ailenin
geçmişiyle ilgili tüm izleri yok etmektir. Ancak Rachel rolünde kamera
karşısına geçen Elizabeth Banks, olayın bu kadar basit olmadığını
belirterek şu yorumu getiriyor:
“Steven’ı çok sevdiği belli olan Rachel bir aile sahibi olma fikrini
sevmiştir. Steven ile ilişkisini annelik için bir fırsat olarak görür.
Ancak klasik üvey anne pozisyonuna düşürüldüğü için mutluluğu kısa
sürmüş, iyi bir anne olma hayalleri bastırılmıştır. Anna onun çok hızlı
hareket ettiğini düşünmektedir. Ancak olaya Rachel’in açısından
bakarsak, tek isteği bu aileyi iyileştirmek ve yeniden
bütünleştirmektir.”
Rachel ile Steven arasındaki sevgi dolu her an, Anna’nın daha çok
gerilmesine yol açar. David Strathairn bu ilişkinin filmde nasıl
verildiğini şu sözlerle açıklıyor:
“Rachel ile Steven birbirlerine çok fazla şey söylemezler. Daha çok
bakışlar ve küçük dokunuşlarla ifade edilen bir ilişkidir. Ara sıra
meydana gelen küçük bakış ve dokunuşlar sayesinde ilişkinin gerçek
anlamda sağlamlaştığına tanık oluruz.”
Anna ile Rachel arasında bağlılık oluşma ihtimali, Anna’nın ölmüş
annesinin hayaletini görmeye başlaması üzerine resmen ortadan kalkar.
Annesinin hayaleti yardım istemekte, ölümüne Rachel’ın yol açmış
olabileceğini ima etmektedir. Bu durumdan korkan ve kafası karışan
Anna, Alex’in Rachel’a duyduğu düşmanlığı da arkasına alarak ailesini
korumaya karar verir.
Bu arada manipülasyon sanatında daha deneyimli olan Rachel daha
avantajlı gibidir. Ancak Anna da soğukkanlı davranışlarıyla Rachel ile
mücadeleye kararlıdır. Rachel’ı oynayan Elizabeth Banks’in bu konudaki
yorumu şöyle: “Anna ciddiye alınması gereken bir rakiptir. Emily’nin bu
roldeki yaklaşımını mükemmel buldum. Anna karakteri ile bu rolde
oynayan Emily’nin her ikisi de dıştan bakıldığında çok tatlı ve kolay
kırılır gibi gözükseler de, aslında son derece kararlı ve çetin
cevizdirler.”
Anna karakterini oynarken kırılganlık ve güç arasındaki dengeyi
tutturmaya önem verdiğini belirten Emily Browning, rolüne hangi açıdan
yaklaştığını şu sözlerle açıklıyor:
“Bu dengeyi kurmaya çalışırken hata yapsaydım Anna karakteri kolayca
kurban olmuş bir karaktere dönüşebilirdi. Ancak senaryoda bu karakter
bir kurban olarak yazılmamıştır. Hiç kimseden sempati aramaz. Her ne
kadar kırılgan yapılı bir kız olsa da, başına gelen müthiş olaylara
rağmen Anna’nın kolay kırılmayan bir sağlam duruşu vardır.”
Anna ile Rachel arasındaki gerilim tırmanırken Anna artık annesinin
ölümünde Rachel’ın rolü olduğuna ikna olmuştur. İddialarına gerekli
kanıtları bulabilmek için Alex ile işbirliği yapar. Babasını büyük bir
hata yaptığına ikna edebilmek için herşeyi göze almıştır.
Alex’in kızkardeşini teselli etmeye çalıştığı sırada sanki ayrı
kaldıkları yıl hiç yaşanmamış gibi olur. Alex yeniden koruyucu abla
rolüne soyunmuştur. Arielle Kebbel bunu şu sözlerle açıklıyor:
“Sizden küçük bir kardeşiniz varsa ve onun size ihtiyacı olduğunu
görürseniz, ‘Onu rahatlatmak için ne yapabilirim?’ diye düşünmeye
başlarsınız. Anna ile Alex arasındaki bağlar aslında son derece
güçlüdür. İkisi arasındaki tutkuyu, sevgiyi ve paylaştıkları güven
duygusunu görünce, bu ailenin içine düştüğü trajedinin boyutlarını tam
olarak anlamaya başlarsınız.”
Rachel’ın geçmişini araştırmaya başlayan Anna ile Alex, bazı rahatsız
edici detaylara ulaşırlar. Rachel bunların hiçbirisini inkar etmez ama
Anna’nın tehlikeli sularda yüzmekte olduğu bariz şekilde ortadadır. Bu
nedenle dikkatli olması için Rachel Anna’yı uyarır.
Terör ortamını noktalamaya kararlı olan Anna ile Alex, Rachel’ın
aslında nasıl birisi olduğunu teşhir etmek amacıyla bir komplo
kurarlar. Ancak Rachel’ın de kendine özgü fikirleri vardır. Bundan
sonrasında iki kızkardeş ile üvey anneleri arasında bir iradeler savaşı
başlayacak ve korkutucu sonuçlara ulaşacaktır.
KORKULAR, GERİLİM VE HİLELER…
Walter F. Parkes ile Laure MacDonald, 2002 yılında “The Ring – Halka”
adlı hit korku filmine imza attılar. “Ringu” adlı Japon yapımı filmin
yeni çevrimi olan “The Ring”, korku/gerilim filmleri alanında yepyeni
bir trendin, düşünceleri kışkırtan gerilim filmleri döneminin
başladığının sinyalini verdi. İki ünlü yapımcı daha sonra 2005 yılında
“The Ring Two” adlı devam filmini hayata geçirdiler.
Parkes ile MacDonald, Asya korku filmi uyarlamaları serisine ilk
başladıkları günden itibaren “The Ring” benzeri bir proje arayıp
durdular. Sonunda yapımcı Roy Lee’nin, “The Uninvited-Davetsiz”e temel
olan orijinal Kore filmini (“Karanlık Sırlar-A Tale of Two Sisters”;
2003) getirmesi üzerine aradıklarını buldular.
Yapımcı Walter Parkes, izlediği orijinal Kore filmiyle ilgili
düşüncesini şu sözlerle dile getiriyor: “Özünde çok ilginç bir öyküsü
vardı. Mutlaka yeniden çevrilmeye değer bir yapısı olduğunu gördüm. Bu
tarz filmlerin en iyilerini, güçlü ahlaki vurgular taşıyan peri
masallarına benzetebiliriz. Örneğin ‘The Omen’e bakalım. Filmin başında
Gregory Peck’in oğlu doğum esnasında ölünce başka bir bebeği çalar.
Ancak gerçeği karısını söylemez. ‘The Uninvited-Davetsiz’e esin kaynağı
olan orijinal Kore filminde de ergenlik çağındaki bir genç kızın ilginç
ve klasik öyküsü vardır. Annesinin ölümünün ardından intihara teşebbüs
ettiği için 10 ay süreyle akıl hastanesine yatırılan bu kız, evine geri
dönüşünde herşeyin değiştiğini, bir zamanlar annesinin bakımını
üstlenen hemşirenin artık babasıyla birlikte yaşadığını öğrenir. Burada
ahlaki açıdan sınırları aşma sözkonusudur. Bildiğimiz gibi ergenlik
çağındaki gençlerin isyancı ruhuna paralel olarak son derece güçlü
ahlaki kodları vardır. Benim de ergenlik çağında iki çocuğum var. Her
ikisinde de aile geleneklerine güçlü bağlılık olduğunu görüyorum.
Ailemizin kolektif geçmişi onlar için çok önemli ve ahlak
anlayışlarının temelinde de geçmişimiz var. Bir ailenin
dağılmaya/parçalanmaya başlaması ihtimali karşısında bile ergenlik
çağındaki gençlerde gözle görülür değişimler/tepkiler başlar.”
Kore filminin haklarını satın alan Parkes ile MacDonald, bir sonraki
adımda Parkes’ın kısaca “tercüme” olarak adlandırdığı süreci
başlattılar. Parkes bu süreci şöyle anlatıyor:
“Burada ‘tercüme’ sözcüğünü kulanmamın belli bir sebebi var. Burada biz
Kore filminin kopyasını (taklidini) yapmıyoruz. Bir uyarlama yaparken
önemli olan şey, Kore’de neyin hangi anlamı taşıdığını anlamak ve
buradaki anlamlara göre onu dönüştürebilmektir. Sadece dili değil, aynı
zamanda içeriği, sosyal çevreyi de tercüme etmektir. Batı dünyasındaki
izleyicinin algılama şeklinin Koreli izleyiciden farklı olduğunu
hepimiz biliriz. Ancak bunu yaparken Asya sinemasını bu derece
büyüleyici kılan ‘belirsizlik’ boyutunu da kaybetmemeliyiz. Onların
kültürünün bir parçası olan filmlerdeki değer ölçülerini anlamaya ve
kendi kültürümüze tercüme ederken mümkün olduğunca disiplinli olmaya
ihtiyacımız var.”
Parkes için “tercümenin” bir başka anlamı da, eldeki öyküye klasik
görünüm verebilmek amacıyla gerekli değişimleri yapmaktı. Ünlü
yapımcının bu konudaki yaklaşımı şöyle:
“Hollywood’da korku filmlerinin çoğunun küçük bütçeli filmler
dünyasından gelmesi şeklinde bir eğilim vardır. Ancak en iyi
yönetmenlerin, aktörlerin ve senaryo yazarlarının da korku filmleri
yaptığı bir dönem yaşandı. Robert Wise’ın ‘The Haunting’i, Roman
Polanski’nin ‘Rosemary’s Baby’si, William Friedkin’in ‘The Exorcist’i
ve Brian De Palma’nın ‘Carrie’si bunun örnekleridir. Ardından korku
olgusunun aşırı keskin şekilde verildiği ‘Nightmare on Elm Street’ ve
‘Halloween’ gibi filmlerin yer aldığı bir dönem geldi. Daha sonra ‘The
Sixth Sense’ ile birlikte korku filmleri yeniden popüler oldu. ‘The
Sixth Sense’ ile çocukluğumuzda sevdiğimiz türde korku filmleri geri
geldi. Yönetmenlerin bu türü cazip bulmasının belli bir sebebi vardır:
İzleyiciden en yüksek düzeyde duygusal ve fiziksel tepkiler sadece bu
filmlerde alınabilir. ‘The Uninvited-Davetsiz’e temel olan materyalde
bu tipte bir korku filmi yapma fırsatı gördük.”
‘The Uninvited-Davetsiz’in esin kaynağını klasik korku filmlerinden
aldığını ve onlara bir ithaf olduğunu belirten Parkes sözlerine şöyle
devam ediyor:
“Hitchcock’un ‘Shadow of a Doubt’ adlı filminde olduğu gibi aile
üyelerinden birisinin geçmişinin aslında bilinenden farklı olması
sözkonusudur. Ayrıca ‘What Lies Beneath’ gibi son dönem filmlerinde
olduğu gibi çok güzel gibi görünen bir çevrede birşeylerin yanlış
gittiği duygusu vardır. ‘The Uninvited-Davetsiz’in önemli bölümünde
hafıza konusuyla ilgilenilir ve doğup büyüdüğümüz yerlere duygusal
açıdan ne kadar bağlı olduğumuz anlatılır. Anna için en küçük kuytu
köşelerin bile özel anlamı vardır. Sonra ergenliğe geçiş yaparız ve
herşeye farklı bir açıdan bakmaya başlarız. Artık ‘Peki o yıllarda
aslında ne oldu?’ sorusunu sormaya başlamışızdır.”
Parkes ile MacDonald daha sonra bu proje için en doğru yönetmeni
aramaya başladılar. Seçim sürecinde reklam filmleriyle adını duyuran
ama uzun metraj deneyimi olmayan İngiliz yönetmen kardeşler Tom ve
Charlie Guard’ın isimleri ön plana çıktı.
Parkes bu tercihinin gerekçesini şu sözlerle açıklıyor: “Guard
kardeşleri tercih ederken, “The Ring”in yönetmeni Gore
Verbinski’ninkine benzer yetenek gördüm. Aslında reklam yönetmenlerinde
bu derece güçlü öyküleme yeteneğine pek rastlanmaz. Ancak Tom ve
Charlie Guard’ın bir Fransız bira şirketi için yaptığı 60 saniyelik
reklamda giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin hepsi olduğu gibi, belli
bir mekan duygusu da uyandırıyordu. Çalışmalarından etkilendiğim için
onları tercih ettim.”
Guard kardeşlerle yaptığı görüşmelerde ikisinin ruhlarının çok
benzediğinin ortaya çıktığını belirten Parkes, edindiği izlenimleri şu
sözlerle dile getiriyor:
“Tom ve Charlie hakkında ulaştığım ilk izlenim, ikisinin de yepyeni,
stilize ve neredeyse klasik yaklaşıma sahip olduğuydu. Bu filmde
anlatılacak öykünün çok fazla teknik gerektirmediğini düşünecek
olursak, onların yaklaşımı bu film için çok uygundu. Görüşmemiz
sırasında izleyici beklentisi ve endişeler gibi konular üzerinde pek
durmadık. Bana bol bol Freud’dan söz ettiler. Babasının gönül
ilişkisine tepki veren bir genç kızla ilgili örnek olayı anlattılar.
Duygusal anlamlara bu derece önem veriyor oluşları bende güven duygusu
uyandırdı. Bizce çok önemli olan öyküye odaklanacaklarına inandım.”
Charles Guard’ın o görüşmeyle ilgili izlenimleri şöyle: “Ürkütücü bir
materyale psikolojik boyuttan yaklaştık. ‘Rosemary’s Baby’, ‘The
Others’ ve ‘The Sixth Sense’ gibi filmlerin hepsi korku filmi olduğu
kadar psikolojik gerilim çalışmalarıydı. Bizi bu projeye çeken unsur,
film türleri arasındaki sınırların bulanık olmasıydı ki, bunu heyecan
verici bulduk.”
Filmin diğer yönetmeni Tom Guard ise şunları ekliyor: “Biz Asya usulü
terörü işleyen filmlerin etkisi altındayız. Asya usulü terörün
kaynağında karakter ifadeleri ve beklentiler vardır. Asya sineması,
anlatım açısından Batı sinemasına kıyasla daha özgürdür. Tercüme
edilmiş senaryoda gerçekten iyi bir karışım olduğunu düşünüyoruz. Batı
stili öyküleme stiline uygun sahnelerin yanısıra bazı boşluklar da var
ki, asıl terör oralarda yatar. Daha sessiz ve daha serbest olduğu için
o anlardan büyük keyif aldık. Bu filmin Batı usulü yaklaşımlar ile Asya
tarzı yaklaşımlar arasında bir köprü oluşturacağını umuyoruz.”
Alex rolünde oynayan ve bu filme temel olan Kore filminin sıkı bir
hayranı olduğunu gizlemeyen Arielle Kebbel, orijinal filmdeki sinemasal
ustalığı Guard kardeşlerin başarıyla yakaladığını belirterek şöyle
konuşuyor: “Orijinal filmi izlerken renklendirme tekniğinden
etkilenmiştim. Kullanılan renkler sayesinde herşey dramatik bir peri
masalı tadındaydı. Neyin gerçek olduğunu, neyin olmadığını
anlayamadığım için sonuna kadar ilgiyle izlemek zorunda kalmıştım.
Charlie ile Tom’un o gizemli duyguyu bu filme katarak harika bir iş
çıkardığını düşünüyorum. Böylece izleyici açısından korku verici olduğu
kadar etkileyici bir film yapmayı başardılar. Bence bir öyküyü ürkütücü
yapan şey sadece kan ve vahşet sahneleri değildir. Gerçek insanların
çok ürkütücü durumlar karşısında kalmaları ve normalde yapmayacakları
şeyleri yapmak zorunda kalmaları daha tedirgin edicidir.”
Filmin diğer oyuncularından David Strathairn ile Elizabeth Banks daha
önce hiç korku filminde rol almamışlardı. Dolayısıyla böyle bir filmde
oynamak onlar için bir ilk olacaktı.
David Strathairn’in bu konudaki yorumu şöyle: “Bundan önce bir
psikolojik gerilim filminde oynamadığım için başlıbaşına bir endişe
kaynağı oldu. Herşeyin, neler olup bittiği konusunda bir aldanış, gizem
ve kafa karışıklığına dayalı olduğu böyle bir öykü nasıl anlatılır diye
düşündüm durdum. Ancak Tom ile Charlie, bu kızın içinde bulunduğu
durumu –adına post-travmatik stres diyebiliriz- nasıl yansıtacakları ve
diğer karakterleri nasıl etkileyeceği konusunda gerçekten çok ilginç
senaryolar üretmişler. Mutlaka anlatılması gereken çok cazip bir öyküsü
olduğu için kabul ettim.”
David Strathairn’in sevdiği kadın olan Rachel rolünde kamera karşısına
geçen Elizabeth Banks de bugüne kadar hep komedi filmleriyle
tanınmıştı. Buna rağmen o da sonunda kötü karakterli kadın rolünü
oynama fikrini cazip buldu. Rachel rolünü kabul ettiği takdirde “The
Hand That Rocks the Cradle” adlı filmdeki Rebecca De Mornay, “Basic
Instinct – Temel İçgüdü”deki Sharon Stone veya “Fatal Attraction”daki
Glenn Close gibi bir kadını oynamış olacaktı. O filmlerin hepsini çok
sevdiği ve performanslarını takdir ettiği için Rachel rolünü hiç
düşünmeden kabul etti.
Filmin son derece güçlü kadrosuna rağmen Anna rolünü oynayacak oyuncu
hayati önem taşıyordu. Öykünün asıl gücü ve izleyiciyi darmadağın
edecek finalinin inandırıcılığı, Anna rolünü oynayacak oyuncuya
bağlıydı. Sonuçta bu rolde, “Lemony Snicket’s A Series of Unfortunate
Events-Talihsiz Serüvenler Dizisi” adlı filmdeki başarısıyla adından
söz ettiren Emily Browning’in oynamasına karar verildi.
Yapımcı Walter Parkes, Anna karakterinin önemini ve bu rolde oynayan
Emily Browning’i şu sözlerle yorumluyor: “Bu filmin kadrosunu
belirlerken Anna karakteri ile başlamamız gerekiyordu. Çünkü öyküde
gördüğümüz herşey onun gözünden anlatılıyordu. Emily’nin oyunculuğa ilk
adımı attığı ‘Lemony Snicket’in yapımcılığını Laurie ile birlikte
yapmıştık. Filmin çekildiği günlerde  14 yaşında olan Emily, o zaman
bile çok yetenekli film starlarının niteliklerine sahipti. Hiçbir şey
yapmadan onun oyununu seyretmek istiyorduk ve oyunu ilgimizi çekiyordu.
Sanki kendisine sakladığı bazı sırları var gibiydi. ‘Lemony Snicket’ın
çekimlerinin sonuna geldiğimizde yapımcılar olarak birbirimize, ‘Bu kız
mutlaka bir gerilim filminde oynamalı’ dediğimizi hatırlıyorum. Aradan
2,5 yıl geçtikten sonra Kore filminin yeniden çevrim haklarını satın
almaya karar verdik. İşte o gün başrol için aklımızda Emily Browning’in
ismi vardı.”
Parkes sözlerini şöyle sürdürüyor: “Emily’de her çağa uygun nitelikler
var. Onda 1900’lü yılların starlarını bulabilirsiniz ama aynı zamanda
çok çağdaştır. Kısacası onu belirli bir döneme yerleştiremezsiniz ki,
korku / gerilim tarzı filmler için bu çok önemlidir. Çünkü böyle
filmlerde gizem boyutu esastır. Çağdaş kültüre tam olarak sahip olan
çok iyi oyuncularla tanıştık ama öykünün dışında kalıyorlardı. Akıl
hastanesine girdiği için gündelik hayattan 10 ay uzak kalmış bir
karakterin portresini ancak Emily gibi gizemli bir oyuncu çizebilirdi.”
Film dünyasına böylesine harika bir projeyle geri dönmekten mutlu
olduğunu ifade eden Emily Browning ise, ‘The Uninvited-Davetsiz’ ile
ilgili düşüncelerini şu sözlerle dile getiriyor:
“Bu film, üç yıl önceki ‘Lemony Snicket’ın ardından oynadığım ilk büyük
Amerikan filmidir. ‘Lemony’den sonra oyunculuğa ara verip üniversiteyi
bitirmek istedim. Oyunculuğa yeniden geri döndüğümde oynayacağım ilk
filmin nasıl bir şey olabileceği konusunda çeşitli düşüncelerim vardı.
Seçebileceğim birkaç proje arasından bu senaryoyu sevdim. Senaryoyu
okurken bir sonraki sayfayı kestiremiyordum ki, bence bu gerçekten
büyüleyiciydi. Bir senaryoyu okurken bir sonraki sayfada ne olacağını
anlamamanız gerekir. Özellikle de filmin sonu beni fazlasıyla şaşırttı.”
Filmin ikinci önemli karakteri olan Alex rolü Arielle Kebbel’e verildi.
Anna rolünde oynayan Emily Browning ile Alex’in portresini çizen
Arielle Kebbel arasında provalardan itibaren sağlam bir dostluk oluştu.
İki genç oyuncu arasında gelişen dostluk havası, daha sonra çekimlere
de yansıdı.
Browning ve Kebbel açısından Guard kardeşlerle çalışmak da ilginç bir
paralellik oluşturdu. Arielle Kebbel bu konudaki düşüncesini şu
sözlerle aktarıyor: “Bu filmin çekimleri iki kardeşin yönettiği bir
masal gibi oldu. İki kızkardeş arasındaki bağlılığı konu alan bir filmi
yine iki kardeş yönetti ve ikisi arasında tam bir görüş birliği vardı.
Konuşurken birbirlerinin cümlesini bitiriyorlardı ki, Emily ile benim
aramda  da böyle bir uyum sözkonusuydu.”
MÜKEMMEL BİR EV
‘The Uninvited-Davetsiz”in konusunun büyük kısmı tek mekanda geçer. Bu
nedenle filmin çekimleri, British Columbia’ya bağlı Bowen adasında
sahilde bulunan bir evde gerçekleştirildi. Burası Vancouver’dan
feribotla çok kısa sürede ulaşılabilen son derece çarpıcı bir mekandı.
Yapımcı Parkes’ın seçilen mekanla ilgili yorumu şöyle: “Öykünün yüzde
sekseni tek bir evde geçer. Bu nedenle doğru evi bulmadan böyle bir
filmi yapamazdık. Öncelikle Louisiana eyaletini baştanbaşa taradık.
Orada çok güzel ve aynı zamanda tedirgin edici bir çevre vardı. Hatta
iki tane de ev bulduk. Ancak öyküyle bağlantısı ve lojistik destek gibi
açılardan sorunlar ortaya çıktı.”
Parkes sözlerine şöyle devam ediyor: “Sonra Kanada’da şans eseri bir
yer bulduk. Sanki bizim filmimiz için yapılmış gibiydi. Mükemmel
çağrışımlar yapan bir bölgede yer alıyordu. Bugüne kadar yaptığımız çok
çeşitli mekan çekimleri arasında bu kadar keyiflisini pek
hatırlamıyorum. Dış dünyadan tamamen yalıtılmış bir çevrede bu duyguyu
tam olarak yaşadık ki, böyle bir film için bu çok önemliydi.”
Bundan sonrasında sözü devralan prodüksiyon tasarımcısı Andrew Menzies
ise şunları ekliyor: “İzolasyon duygusu iyiydi ama bazı sakınca ve
engelleri de beraberinde getirdi. Örneğin son dakika değişikliklerinin
yapılması her zaman mümkün olmadı. Kısacası lojistik bir problem vardı.
O bölgede cep telefonları kötü çekiyordu ki, işimizin önündeki
engellerden birisi buydu. Ayrıca herhangi bir acil durum ortaya
çıktığında çözüm için önümüzdeki limitli seçenekler arasından tercih
yapmak zorundaydık.”
Andrew Menzies sözlerine şöyle devam ediyor: “Bu zorlukların dışında
herşey harikaydı. Çekim yaptığımız mekanlar bize son derece ürkütücü,
tedirgin edici ve esrarengiz bir atmosfer sağlıyordu. Oraya ilk olarak
kış sonunda gitmiştik. Dolayısıyla zayıf doğal ışık vardı. Adanın
sahillerinde her zaman yoğun bulutlar olduğu için uzaktaki ana karayı
bile göremiyorduk. Günün her anında sisli, bulutlu ve fırtına habercisi
hava nedeniyle klostrofobi duygusunu bütünüyle yaşadık.
Andrew Menziens’in iç mekanlarla ilgili yorumu ise şöyle: “Herşeyden
önce romantik bir ev yaratmak istedik. Bir zamanlar sevgi dolu ve iyi
eğitimli bir ailenin yaşadığı sıcaklık ve gelenek duygusunu verecek bir
ev olmalıydı. İzleyicinin bu evdeki yakın ve samimi aile birliğini
hissetmesini hedefliyorduk. Rachel gibi dışarıdan gelen birisinin bu
bütünlüğü ihlal ettiğine ancak izleyiciler böyle ikna
olabilirlerdi…Anna’nın öyküsü, akıl hastanesinden geri dönüşünde hiç de
tekin olmayan, uğursuz bir ev ortamı bulmasıyla tam bir aldatmaca ve
kafa karışıklığı öyküsüdür. Endişeler, sırlar ve tehlikelerin
geleceğini önceden haber veren bir ortam karşısındadır. Bu nedenle
Vancouver’ın bol yağmurlu yaz günleriyle karışık hava koşulları,
yapımcılar için mükemmele yakın mekanlar sağladı.
Neredeyse herşey mükemmel, ama tam anlamıyla da değildi. Filmin
çekimlerinin yapıldığı ev, bundan altı – yedi yıl önce inşa edilen ve
milyon dolarlara mal olan rüya gibi bir evdi. Biraz fazla yeni olduğu
için öykü akışına uygun potansiyel tehlikeler içerecek şekilde yeniden
düzenlenmesi gerekiyordu.
Yapımcı Parkes bu konuda neler yapıldığını şu sözlerle açıklıyor: “Ev
sahiplerinin inanılmaz zevkli insanlar olduğu belliydi. Bu nedenle
düzenleme yaparken çok dikkatli olmak zorundaydık. Prodüksiyon
tasarımcımız Andy Menzies ve tüm sanat birimi ekipleri özenli bir
çalışma yaparak, set dekorasyonu aracılığıyla eve istenilen karakteri
verdiler. Herşeyin daha rustik (basit ve kaba) görünmesi için tüm
mobilyaları kaldırıp kendi mobilyalarımızı getirdik. Merdivenlere kilim
sererek bir hayli eskittik. Böylece son 15 yıllık sürede çocukların o
merdiveni inip çıktığı izlenimini vermiş olduk. Küçük detaylar
gerçekten önemlidir. Özellikle de böyle daha küçük planlarda
çalışıyorsanız, detaylara gösterilen özenin hafife alınmaması, buna
göre davranılması gerekir.”
Bunlara ek olarak evin açık-planlı tasarım şekli nedeniyle birçok sahne
için gerekli olan klostrofobi duygusunun yeterince yansıtılamayacağı
ortaya çıktı. Bunu sağlamak için duvarlar ve koridorlar eklendi. Ancak
eve zarar vermemek için bunlar çiviyle çakılmak yerine sadece monte
edildi.
Prodüksiyon tasarımcısı Menzies bu konudaki yaklaşımını şu sözlerle
özetliyor: “Evin çok yeni ve pahalı olması nedeniyle herşeyi yapmamıza
izin verilmedi. Sonuç olarak biz de geri alınması mümkün olmayacak
işler yapmadık. Sadece yeniliğini ortadan kaldıracak bazı geçici
düzenlemelere gittik.”
Bu noktada sözü devralan yapımcı Parkes şunları ekliyor: “Yapay olarak
düzenlenmesi gereken unsurlardan birisi, evin ana merdiveni oldu. Bu
filmin yönetmenliği için Guard kardeşleri seçmemizin temelinde merdiven
detayı yatıyordu. Tom ile Charlie, korku filmlerinin ikonik
imajlarından birisinin merdivenler olduğunu, izleyicinin aklına yapışıp
kalan merdiven imajlarının olduğunu söylemişlerdi. Sonuç olarak oldukça
kalın ahşap korkulukları olan harika bir merdiven yaptık. Bu merdiveni
setteki herkes çok beğendi. Hatta, ‘Dünyanın en güzel mekanındayız.
Merdivenin korkuluğundan kayarak bunu kutlamaya ne dersiniz?’ diyenler
oldu. ”
Çekimlerin yapıldığı evde restorasyon çalışması gerçekleştiren
ekiplerin tek isteği, evin mimari bütünlüğüne saygı göstermek oldu. Ev
sahipleri de yapılan çalışmadan memnun kaldılar. Çekimler
tamamlandığında herşeyin eski haline kolayca dönüştürülebileceği bir
yaklaşım sergilendi. Filmin prodüksiyonu bittiğinde ev yine eskisi gibi
sahiplerine teslim edildi.
İzleyici bu filmi ilk kez seyrettiğinde bazı görsel ipuçlarını
yakalayabilecek mi? Yapımcı Walter Parkes bu sorunun yanıtını şu
sözlerle veriyor:
“İlk kez seyredenler hemen farkına varamayacak ama tekrar izlediğinde
filmin nasıl yapılandırıldığını ve finaline doğru nasıl yönlendiğini
daha iyi anlayacaklar. Aslında bu çok karmaşık bir süreçtir. Bunu her
sahnenin içerisinde iki sahne olması şeklinde tanımlayabiliriz. Bir
tarafta izleyicinin seyretmekte olduğu sahne vardır. Bunun kendine özgü
duygusal gerçekliği sözkonusudur. Filmin konusunun ileriye doğru
yönlenmesini sağlayan budur. Ayrıca bir de diğer sahne vardır ki, esas
gerçekliğin bu sahnede hüküm sürdüğünü söyleyebiliriz. Eğer işimizi
doğru yaptıysak, filmin her dakikasında her iki gerçekliğin de var
olacağına inanıyorum.”
Yönetmenler: Charles Guard, Thomas Guard (Guard Kardeşler)
Oyuncular: Emily Browning, Arielle Kebbel, David Strathairn, Elizabeth Banks,
Maya Massar, Jesse Moss, Dean Paul Gibson, Matthew Bristol
Senaryo: Craig Rosenberg, Doug Miro, Carlo Bernard
Yapımcılar: Walter F. Parkes, Laurie MacDonald, Roy Lee
Görüntü Yönetmeni: Dan Landin, Prodüksiyon Tasarımı: Andrew Menzies
Kostüm Tasarımı: Trish Keating, Kurgu: Jim Page, Christian Wagner
Sanat Yönetmeni: Margot Ready, Özgün Müzik: Christopher Young
DreamWorks Pictures – Paramount Pictures

Bir yanıt yazın