Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar / He’s Just Not That Into You

ERKEKLER NE SÖYLER KADINLAR NE ANLAR “he’s just not that into you”
FİDA FİLM SUNAR
“Sex and the City”nin yazarları Greg Behrendt ve Liz Tuccillo’nun büyük beğeni toplayan en-çok-satan kitabına dayanan “He’s Just Not That Into You/Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar” birbiriyle bağlantısız, 20’li 30’lu yaşlarında Baltimore’lu bir grup insanı konu alıyor. Söz konusu insanlar ilişki havuzunun sığ kısmından evlilik hayatının derin ve bulanık sularına doğru ilerlerken bir yandan karşı cinsin işaretlerini okumaya bir yandan da “istisna yoktur” kuralına istisna oluşturmaya çalışıyorlar.
Filmin zengin oyuncu kadrosu, Neil rolünde Oscar® ödüllü Ben Affleck, Beth rolünde Jennifer Aniston, Mary rolünde Drew Barrymore, Janine rolünde Oscar® ödüllü Jennifer Connelly, Conor rolünde Kevin Connolly, Ben rolünde Bradley Cooper, Gigi rolünde Ginnifer Goodwin, Anna rolünde Scarlett Johansson, Ken rolünde Kris Kristofferson, ve Alex rolünde de Justin Long’dan oluşuyor.
Senaryosunu Abby Kohn veMarc Silverstein’ın kaleme aldığı “He’s Just Not That Into You/Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar”, Greg Behrendt ve Liz Tuccillo’nun aynı adlı romanına dayanıyor. Filmin yönetmenliğini Ken Kwapis, yapımcılığını Nancy Juvonen, yönetici yapımcılığını Drew Barrymore, Toby Emmerich, Michele Weiss ve Michael Beugg, ortak yapımcılığını ise Michael Disco ve Gwenn Stroman gerçekleştirdi.
Filmin kamera arkası ekibi görüntü yönetiminde John Bailey, yapım tasarımında Gae Buckley, kurguda Cara Silverman ve kostüm tasarımında Shay Cunliffe’ten oluşuyor. Müziğini Cliff Eidelman’ın yaptığı filmin müzik amiri ise Grammy ödüllü Danny Bramson.
New Line Cinema bir Flower Films yapımı olan Ken Kwapis filmi “He’s Just Not That Into You/Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar”ı sunar. Filmin dağıtımını bir Warner Bros. Entertainment şirketi olan Warner Bros. Pictures gerçekleştirecek.
24 Nisan 2009’da sinemalarda.
YAPIM HAKKINDA
GIGI
Belki beni aramıştır da mesajı bana ulaşmamıştır.
Ya da belki numaramı kaybetmiştir, ya da şehir dışındadır, ya da ona bir taksi çarpmıştır, ya da büyükannesi ölmüştür.

ALEX
Ya da belki seni aramamıştır çünkü seni tekrar görmek istemiyordur.

Hiç telefonun yanında oturup, bir erkeğin arayacağını söylediği halde neden aramadığını merak ettiniz mi; ya da bir kadının artık neden sizinle yatmak istemediğini; ya da ilişkinizin neden daha ileriye gitmiyor olduğunu… belki de size o kadar da ilgi duymuyordur.
“Bu, bir dizinin tek satırlık diyaloğundan esinlenilerek yapılmış ilk film olabilir” diyor yönetmen Ken Kwapis.
Aslında, o diyalog “Sex and the City” yazarları Greg Behrendt ve Liz Tuccillo’ya en çok satanlar listesine giren He’s Just Not That Into You adlı kitap için esin kaynağı oldu.
Cümleyi en-çok-satan bir kitaba dönüştürmekle kalmayıp, ilişkiler konusunda başarısız olanlar için bir de sohbet programı sunan Behrendt, “Bu dünyaya, ilişkiler üzerine bir kitap yazma umuduyla gelmedim” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyor: “Her şey bir öğle yemeği sırasında birine öylesine yaptığım bir yorumla başladı. Bir kadına, eğer bir erkek onu aramıyorsa bunun en mantıklı nedeninin onu beğenmemesi olduğunu söyledim”.
Yapımcı Nancy Juvonen ise şu açıklamaları yapıyor: “‘Sex and the City’nin o bölümünü gerçekten çok sevmiştim. Sonradan kitap elime geçti. Buluşmalar ve ilişkiler konusunda gerçekçi olma düşüncesini ve hakikaten istediğimiz bir telefonu ya da buluşma teklifini almadığımızda kendimiz ya da birbirimiz için uydurduğumuz tüm o hayal ürünü şeyleri kendime çok uygun buldum”. Yapımcının düşünceleri çarçabuk filme dönüştü. “’Belli ki sana ilgi duymuyor’ kavramını o cümleyi hiç kullanmadan, zengin bir oyuncu kadrosuyla filme dönüştürme konusunda aklımda bir sürü fikir üşüştü ve bu filmi yapmam gerektiğini anladım” diyor Juvonen.
Yapımcının o sırada bilmediği şey ise o zengin oyuncu kadrosunun, Ben Affleck, Jennifer Aniston, Drew Barrymore, Jennifer Connelly, Kevin Connolly, Bradley Cooper, Ginnifer Goodwin, Scarlett Johansson, Kris Kristofferson ve Justin Long gibi isimlerden oluşacak, rüya gibi bir kadro olacağıydı.
Ama önce bir senaryo gerekiyordu.
Juvonen kaynak malzemenin küçük olaylardan ibaret olduğunu belirtiyor: “Kitabın çoğunda şöyle şeyler vardı: ‘Ne dediğini anlıyorum, Greg, ama bence o çocuk gerçekten numaramı kaybetti çünkü barda tanıştığımızda benden kesinlikle hoşlanmıştı’. Greg’in yanıtı ise şöyle bir şey oluyordu: ‘Tatlım, senden hoşlanmıyor, git hoşlanan birini bul’. Ama bunu takip eden gerçek bir hikaye yoktu”. Juvonen bu sorunun çözümü için yıllar önce hit komedi “Never Been Kissed”te birlikte çalıştığı yazarlar Abby Kohn ve Marc Silverstein’a başvurdu.
“O grubu tekrar toplamanın zamanı gelmişti. Hepimiz on yaş büyümüştük. Yani sanırım daha dinamiktik, biraz daha akıllıydık ve bu hikayelere gerçekten aktarabileceğimiz ilişki deneyimlerimiz olmuştu. Önce kendi hikayelerimizi ve arkadaşlarımızın hikayelerini aldık ve bunları pekiştirdik. Bence Abby ve Marc bu şehirdeki en iyi yazarlar. Onlarla tekrar çalışmak gerçekten eğlenceliydi”.
Kohn bu konuda şunları söylüyor: “Bölüm başlıklarına baktık: Seni aramıyorsa… başkasıyla yatıyorsa… seninle evlenmiyorsa… sana o kadar da ilgi duymuyordur, ve benzeri. Kitapta bizim için gerçek ilham kaynakları bunlardı çünkü tam bir konu ya da karakterler yoktu. Bölüm başlıklarından her birinin ayrı bir hikaye için esin kaynağı olabileceğini düşündük. Filmin zengin bir kadro gerektirmesinin nedeni buydu”.
Kohn ve Silverstein kitabın başlığını yazım sürecinin tamamında bir rehber olarak gördüler. “Bir erkek size ilgi duymuyor gibi duruyorsa, duymuyordur” diyor Silverstein ve ekliyor: “Son derece bariz bir şeyin basit bir şekilde ortaya konmasıdır bu. Greg’in kitap boyunca tavsiyesi şu: Nedeni önemli değil, sadece öyle işte”.
Kohn da şunu ekliyor: “Bir ilişkide olan her şeyi fazlaca analiz etme eğilimindeyiz. Bir erkekle yaptığınız sohbetin süresi 45 saniye olsa bile, sonradan yapılan analiz dört beş saati bulabiliyor. Bu yüzden, örneğin Gigi, Janine ve Beth aynı ofiste olmalıydılar ama çalışmaları gerekirken tek yaptıkları şey bir telefon mesajını mercek altına yatırmak ya da bir sonraki mesajın nasıl olması gerektiğine karar vermek olmalıydı. Bu bize oldukça gerçekçi geldi”.
Juvonen filmin yönetimi için kalabalık oyuncu kadrolarıyla çalışmakta uzman olan Ken Kwapis’e başvurdu. Kwapis, “The Sisterhood of the Traveling Pants” gibi kadın merkezli ve ilişkilere odaklanan hikayeler yönetmeye alışkındı ve büyük beğeni toplayan TV dizisi “The Office”teki yönetimiyle de alkış toplamıştı. Yönetmen, önüne gelen malzemeyi görünce hiç tereddüt etmedi.
“Kitabın bu kadar başarılı olmasının nedeni elbette insanların içindekilerle tam olarak özdeşleşebilmesiydi” diyen Kwapis, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Senaryo da öyleydi. Okur okumaz aklımı başımdan aldı. Beşi kadın dördü erkek bu dokuz karakterin her biriyle eşit ölçüde özdeşleşebilmek beni çok şaşırttı. Senaryo çok ama çok komikti ama öte yandan hikayede komik olan her şeyin kaynağı gerçek bir davranış, gerçek ve çoğu zaman da utanç veren bir şeydi… Bunlar kendimin de yaptığı türde şeylerdi ve bence izleyiciler de, ‘Aa, bu benim!’ diyecekler”.
Yönetmen sözlerine şunları da ekliyor: “Daha onu yöneteceğimi bile bilmezken, filme hazırlanmak için bol miktarda araştırma yapmışım. İlk randevumda 16 yaşındaydım ve 30 yaşında da evlendim. İlk randevum ile evliliğim arasındaki sürede, hatta evlendikten sonra da, bir insanın biriyle tanışırken ve aşık olurken yapabileceği her hatayı yaptım”.
Juvonen yönetmenle ilk konuşmasına dair, “Ken’in söylediği birinci şey, ‘Ben bu karakterlerden biri değilim, hepsi birdenim. Hepsini çok iyi anlıyorum’ oldu. İki buçuk saat boyunca konuştuk. Çok verimli, mükemmel, muhteşem bir sohbetti. Sanki eski bir dostumla konuşuyordum” diyor.
Kwapis de aynı görüşte olduğunu şu sözlerle aktarıyor: “Nancy’yle tanışır tanışmaz çok iyi anlaştık. İkimiz de filmde iyi ya da kötü insanlar değil seçimler yapan insanlar olmasını istediğimizi fark ettik. Film insanların yaptığı seçimler üzerine sohbetler yaratmalıydı; izleyiciler birinin yaptığı seçimle hemfikir olmasa da kişinin bunu neden yaptığını tamamen anlamalıydı. Bizim görevimiz karakterleri izleyicinin onları yargılamasına meydan vermeyecek şekilde sunmaktı”.
“Film, birbirlerine gönderdikleri sinyalleri yanlış yorumlayan insanları konu alıyor” diyor Kwapis ve ekliyor: “Hasret çeken ve kadınlar tarafından reddedilen erkeklerin sayısı erkekler tarafından reddedilen kadınlardan az değil. Bu filmde erkeklerin kafası da kadınlarınki kadar karışık; erkekler de kadınlar kadar hata yapıyorlar; bu anlamda kesinlikle eşitlikçi”.
MARY
İşler değişti.  Artık insanlar fiziksel olarak buluşmuyorlar.  Karşı cinse daha cazip
görünmek istiyorsam, gidip saç modelimi değiştirmek yerine internetteki profilimi
güncelliyorum. Artık işler böyle yürüyor.

Yazarların karşısındaki en büyük zorluklardan biri kitabın çeşitli bölümlerine uygun karakterler yaratmak ve bir şekilde onların hikayelerini birbirine örmekti.
“Karakter A karakter B’yle çıkıyor; karakter B karakter A’dan gerçekten hoşlanıyor; ama karakter A karakter C’yi çok beğeniyor. Karakter C karakter D’yle çıkıyor. Karakter D karakter E’yle evli. Karakter E karakter F’in yanında çalışıyor, vs. İşte hikayemiz böyle bir şey” diyor yönetmen Ken Kwapis.
“Gigi ve Conor’la başlayan bir diyagram yarattık” diyen Marc Silverstein’a Abby Kohn şunu ekliyor: “Her şey onların ilk buluşmalarıyla başlıyor”.
Böylece bir çiftten iç içe geçmiş dokuz hikaye doğuyor. Bu kadar çok karakterin ilişkisini bir çizgide tutmak en zorlu iş gibi gözükse de, her rol için doğru oyuncuyu seçmek aynı ölçüde zorluydu.
“Normal bir romantik komedi için, esas işiniz arasında elektrik olan iki oyuncu seçmektir” diyen Kwapis, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bu film için ise aralarında değişik biçimlerde iyi elektrik olan farklı farklı oyuncular seçmemiz gerekiyordur. Orkestrasyon anlamında muhteşem bir sınavdı. Aslına bakarsanız, bu bir tür tema çeşitlemesi. Hem çeşitlilik istiyorsunuz hem de tüm oyuncular ve hikayeler arasında tutarlılık olması gerekiyor”.
Yapımcı Nancy Juvonen oyuncu kadrosundan çok mutlu olduğunu şu sözlerle dile getiriyor: “Bu hakikaten müthiş oyuncuları projeye dahil etmeye başladığımızda, her birinin anlattığımız hikayeyle öyle ya da böyle bağlantılı bir şeylerinin olduğunu fark ettik. Hepsi de karakterlerini çok doğal bir şekilde kucakladılar”.

Seni aramıyorsa…

Genel hikayenin katalizör görevini gören Gigi karakteri için Ginnifer Goodwin seçildi.
“Konsept hoşuma gitti” diyor Goodwin ve ekliyor: “Hayatınıza kattığınızda, daha doyurucu ilişkilere ve gerçek bir özgüvene ulaşmanızı sağlayabilecek bir şey gibiydi çünkü iki insan arasındaki dürüst duyguları ele alıyordu”.
Yapımcı Juvonen, Gigi rolünün özellikle kritik olduğunu biliyordu. Bu konuda şunları söylüyor: “Gigi filmin duygusal merkezi; hepimizin bir zamanlar olduğu kişiyi temsil ediyor, eğer hâlâ öyle değilsek tabi. Bazılarımız ondan daha güçlü, bazılarımız daha havalı, bazılarımızsa muhtemelen daha zayıftık. Gigi bir hayat arkadaşı istiyor. Ona göre bu amaç uğruna beğendiğiniz kişiyi aramaya, o aramazsa tekrar aramaya değer. Gigi, ayrıca, biriyle tesadüfen tanışmayı da umuyor. O, bazı insanları biraz rahatsız edebilir ama arayışında dürüst ve samimi olduğu için onu yargılayamıyorsunuz. Ginnifer rol için mükemmeldi. Hem çok zeki hem de muhteşem bir şekilde saf ve iyi bir kız havasına sahip. İçinden geldiği gibi hareket ediyor; hayatı kucakladığı şekilde Gigi’yi de kucaklıyor”.
Goodwin roldeki dürüstlüğün kendisine yakın geldiğini belirtiyor: “Gigi karakterine delice aşık oldum; onu son derece sevimli buldum. Gigi ruh eşini bulup evlenmek ve sonsuza dek mutlu yaşamak için yanıp tutuşuyor. Ama ilişkilerin gerçekleri konusunda oldukça cahil. İşaretleri tamamen yanlış öğrenmiş ve bunları aşırı analiz edip takıntı hâline getiriyor. Kendini bir şeye adadı mı doğru ya da yanlış sonuna kadar giden biri. O çok azimli”.
Kwapis ise şunları söylüyor: “Filmde karakterlerin utanç yaşadıkları pek çok sahne var ve Gigi bu sahnelerde aslan payına sahip. Ama yine de kendini fazlaca açıyor ve fazlaca kırılgan oluyor. Hiç kimseyle ilişkisi olmamasındansa bu şekilde olup delice cesaretiyle başarısız olmayı tercih ediyor”.
O ilk randevuyla Gigi’yle birlikte topu oyuna sokan diğer isim ise Kevin Connolly’nin canlandırdığı Conor karakteri. Aktör bu karakter için şunları söylüyor: “Genç, geleceği parlak bir emlakçı. Oldukça düzgün bir işi var ama hayatında hâlâ doldurmak istediği bir boşluk da var”.
Gigi’nin bilmediği şey ise Conor’ın aklında başkasının olduğudur. “Conor, Anna’ya sırılsıklam aşık. Anna onu dirsek mesafesinde tutuyor ama kendisinden uzaklaşmamasına yetecek kadar da ilgi gösteriyor. Conor adeta at gözlüğü takmış ve biraz saplantılı bir durumda” diyor Connolly gülerek.
Juvonen ise şunu ekliyor: “Conor’ın Anna konusunda bir yavru köpek gibi olmasını değil, kafasında gerçekten planları olan bir adam olmasını istedik”.

Beğendiğin kadın seninle yatmıyorsa…

Conor’ın talihsizliği ise Anna’nın başka planları olmasıdır.
Anna rolünü üstlenen Scarlett Johansson bu konuda, “Anna bir yoga eğitmeni, bir sanatçı, bir şarkıcı; hayat yolunda duyularıyla ilerleyen özgür ruhlu bir insan. Conor’a bir ‘erkek arkadaş’ gibi davranıyor. Onunla vakit geçirmekten hoşlanıyor ama uzun vadeli bir ilişki kurmakla ilgilenmiyor. Conor’ın çevresinde olmasından, onu pohpohlamasından keyif aldığı için ona karışık sinyaller gönderiyor. Bu durum Conor’ı büyük hayalkırıklığına uğratıyor”.
Anna tavsiye için sık sık arkadaşı Mary’ye başvurur; bu, her zaman en iyisi olmasa da. Filmde yönetici yapımcı olarak da görev alan Drew Barrymore, yerel bir gazete de reklam satış temsilcisi olan Mary’yi canlandırdı. “Mary’yi ve onun doğru erkeği bulmak için girişimlerini ve denemelerini çok iyi anlıyorum” diyen Barrymore, şöyle devam ediyor: “Arkadaşlarının da onunla birlikte, çağdaş, bazen romantik olmayan, kafa karıştırıcı ve teknolojik yaklaşımlarla ilişkileri anlama çabası çok hoşuma gitti. Bir mektup gelmesi için aylarca beklediğimiz dönemlerin üzerinden uzun zaman geçmedi. Şimdi ise her şey anında oluyor”.
Kwapis ise şunları söylüyor: “Drew Barrymore’un canlandırdığı Mary karakteri bir erkek arkadaş bulmaya gerçekten istekli, ama anlaşılan teknolojinin kurbanı oluyor. E-postanın, internetin, sesli mesajın kurbanı oluyor. Aslında kendisine göre her şeyin kurbanı oluyor. Hali hazırdaki tüm teknolojik araçlar tarafından reddediliyor”.
Juvonen ise, “Drew, Mary’yle çok özdeşleşti” diyor ve ekliyor: “Bence Drew’nun da teknolojiden dili biraz yanmış. Ayrıca kesinlikle romantik bir insan. Mary bir ilişki peşinde; MySpace’e Facebook’a başvuruyor ve bu yüzden bir yere varmayan ilişkilerle yetinmek zorunda kalıyor. Bu karakter insanlarla yüz yüze tanışmak yerine son derece matematiksel ve elektronik gibi görünen yöntemlerle kurulan teknolojik ilişkileri yansıtmanın bir yoluydu. Bence birbirinize dokunamadığınız, birbirinizin gözünün içine bakamadığınız telefon konuşmaları bile yeterince zor. Şimdilerde ise, birisinin ne dediğini iki satırlık bir telefon mesajından okuyorsunuz. Arkadaşlarınıza, ‘Sence ne demek istemiş, onu aramam gerektiği anlamına mı geliyor?’ gibi şeyler yazıyorsunuz. On yıl önce böyle değildi. Birine seksi küçük bir mesaj göndermedeki rahatlığımız biraz korkutucu doğrusu, ama bazen de eğlenceli. Yeni bir çağdayız. Yeni temeller atıyoruz”.

Seninle evlenmiyorsa…

Mary ile Anna hâlâ aşkı arayanları, Beth ile Neil de onu buldukları halde bunun yeterli olduğundan emin olmayanları temsil ediyorlar. Yıllardır Beth’le (Jennifer Aniston) birlikte olan fotoğrafçı Neil karakterini Ben Affleck canlandırdı.
Juvonen, “Neil gerçekten ilginç bir karakter çünkü onunla ilgili bir varsayımda bulunuyorsunuz ama ortaya tamamen farklı bir şey çıkıyor. Neil evliliğe inanmıyor. O bir fotoğrafçı. Yedi yıldan fazla zamandır kız arkadaşıyla birlikte ve ona gerçekten değer veriyor. Evlenirse bazı şeylerin değişeceğini düşünüyor. Ben çok çekici, komik ve uyumlu bir insan; tüm erkeklerin bir bileşkesi olduğu söylenebilir. Bizim Neil için istediğimiz de buydu; ve ayrıca havalı, düşünceli, çok ama çok zeki biri olmasını istiyorduk” diyor.
Aniston ise şunları ekliyor: “Beth ve Neil yedi yıldır birlikteler. Neil evli olmamaktan son derece memnun çünkü evliliğe inanmıyor ve neden evlenilmesi gerektiğini de anlamıyor. Beth ise evlenmek istiyor ve, ‘Acaba aptal yerine mi konuyorum?’ diye düşünmeye başlıyor”.
Juvonen bu konuda şu yorumu getiriyor: “Beth uzun süredir bu düşünceyle başa çıkmaya çalışıyor ama düşüncesini kendine saklıyor çünkü muhteşem bir ilişki yaşıyor. Yine de daha fazlasını istiyor. En küçük kardeşinin çok çabuk bir şekilde evlenmesi Beth’i daha da kışkırtıyor”.

Erkeğin başka biriyle yatıyorsa…

Mesleki hayatlarında, Beth ve Gigi bir baharat şirketinin pazarlama bölümünde, Ben’in eşi Janine’le çalışıyorlar. Janine evini yeniden dekore ederken, aklından esas geçen şey çocuk sahibi olmak.
Kwapis bu konuda, “Janine evlerini yeniden dekore ediyor ama sanırım şeklini esas değiştirmek istediği şey ailesi”.
Janine’i canlandıran Jennifer Connelly, karakteri için, “Bazı açılardan biraz eski kafalı. Yalandan nefret ediyor. Ona göre, açıksözlü ve dürüst biriyle olmak ve beraber olduğu kişiye güvenmek gerçekten önemli. Evlilik fikrinden hoşlanıyor. O ve Ben birbirlerini uzun zamandır tanıyorlar. Birbirlerinin en iyi arkadaşıymışlar ve evlenmişler. Bir süre sonra, birçok şey alışkanlığa dönüşmüş. Onun için şimdi bir monotonluk yaşıyorlar” diyor.
Janine’in kocası Ben’i Bradley Cooper canlandırdı.
Juvonen, aktör için, “Bradley Cooper içeri girdiğinde işimiz tamamdı. ‘Bu, Ben’in ta kendisi hem de en iyi hâliyle’ dedik. Bradley’nin olağanüstü samimiyeti karakter hakkında netleşmemiş hiçbir şey bırakmadı. Bradley’nin içi dışı o kadar bir ki adeta kalbini elinde gezdiriyor”.
Cooper ise şunları söylüyor: “Ben’i oynamayı gerçekten istedim çünkü korkuları yüzünden kafası çok karışmış ve adeta felç olmuş biri. O bir avukat. Üniversite aşkı Janine’le evli. Kendini hayatın akışına bırakmış, rüzgar nereden eserse oraya sürükleniyor. Evliliğinde pek söz sahibi olamıyor. Sonra bir kızla tanışıyor ve onu bir türlü aklından çıkaramıyor. Romantik bir ilişkinin, insanların esas yapmak istedikleri ile yaptıkları arasındaki farkın, sevimli bir hâle getirilmeye çalışmadan böylesine dürüstçe resmedilmesi hoşuma gitti”.

…o halde, sana o kadar da ilgi duymuyordur.

Kadınlar söz konusu olduğunda, Alex (Justin Long) hiçbir şeyi sevimli hâle getirmeye çalışmaz.
“Alex, aslında, kitabın sesi” diyor Kwapis.
Long ise, “Benim canlandırdığım karakter tavsiye veren biri. Oldukça dürüst, çok iddialı ve düşündüğünü söyleyen bir insan. Kadınları anlıyor çünkü onlardan kendi payına düşeni almış” diyor sırıtarak ve ekliyor: “Ama duygusal olarak kendini kimseye kaptırmamış. Bu yüzden, Gigi’yle tanışınca ve Gigi ona akıl danışınca –ya da Alex öyle sanınca– , aralarında  ‘My Fair Lady’ tarzı bir ilişki doğuyor. Alex, Henry Higgins oluyor, Gigi ise Eliza Doolittle. Alex’in Gigi’ye anlatmaya çalıştığı şey erkeklerin o kadar da karmaşık olmadıkları: Bir erkek telefon etmiyorsa, Gigi’den hoşlanmadığı ya da onu çekici bulmadığı içindir. Ona o kadar ilgi duymadığı içindir. Muhtemelen başka birine telefon ediyordur”.
“Alex acı gerçekleri bayan arkadaşlarına açıklayan kişi” diyor yönetmen ve ekliyor: “O bir restoran müdürü. Dolayısıyla, çiftleri birbirlerine kur yaparken, buluşurken, selamlaşırken, bağ kurmaya çalışırken sürekli olarak gözlemliyor ve bu yüzden birçok şeyi çözmüş. Gigi’yle tanıştığında, ona yaklaşımının Pygmalion (yaptığı heykele aşık olan Kıbrıslı heykeltıraş) tarzı olmasına karar veriyor; amacı Gigi’nin kafasına büyük gerçeği tam anlamıyla sokmak: ‘Sinyalleri yanlış okuma’”.
Juvonen sözlerini şöyle sürdürüyor: “Alex gözlemeyi seviyor. İlişkiler hakkında harika sözler eden kişi olmak istiyor ama kendisi havuza asla gerçekten atlamıyor. Sadece ayağının ucunu suya sokuyor; öte yandan, yüzmekte olan ve salak gibi görünen insanları yargılıyor”.
Filmde her şeyi çözmüş olan karakter —belki de filmde bunu başarmış tek karakter— Beth’in babası Ken. Bu karakteri deneyimli aktör ve müzisyen Kris Kristofferson canlandırdı.
Kadroda yer almaktan gerçek bir keyif duyan Kristofferson, “Ken eğlenceli bir karakter çünkü içinden geçen neyse onu söylüyor. Emekli bir adam. İstediği şeyi söylüyor. Ben bununla özdeşleşebilirim” diyor gülümseyerek ve ekliyor: “Harika bir senaryo ve harika bir oyuncu kadrosu. Çekim ekibinin de bu kadar harika olduğunu görmek çok hoştu. Daha iyi bir insan grubu isteyemezdim”.
Kwapis’e göre, genel olarak işbirliği en doğru orandaydı: “Tüm bu farklı karakterlerle, umuyorum ki izleyiciler kendilerini çeşitli şekillerde yansıtılmış olarak izleme zevkini yaşayabilirler. Ben oyuncu kadromuzun bunu gerçekten başardığını düşünüyorum”.
“Abartıya kaçmayarak, herkes gerçekten çok iyi bir iş çıkardı. Ayrıca, bizim kitapta söylediklerimizin erdemine kesinlikle saygı gösterdiler” diyor yazar Greg Behrendt.

BETH
Evlenmeyerek sanki doğaya aykırı hareket ediyormuşuz gibi hissetmiyor musun hiç?

NEIL
Doğaya aykırı olan şu kedinin şu maymunu emzirmeye başlamasıdır. Bizse evli olmayan
iki insanız sadece.

İç içe geçmiş bu ilişkiler yumağı söz konusuyken, yapımcılar kendilerini geleneksel olmayan bir romantik komediyle uğraşırken buldular.
“‘He’s Just Not That Into You/Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar’ ile çoğu romantik komedi arasındaki en belirgin fark şu: O filmlerde bir adam ve bir kadın vardır ve soru bir araya gelip gelemeyecekleri değil nasıl bir araya gelecekleridir. Bizim filmimizde ise dokuz karakter var ve soru, ‘Onlardan herhangi biri bir araya gelecek mi?’” diyor Kwapis.
Bu soruyu yanıtlamak için gerek kitabın gerek filmin merkezi temalarından birini anlamak gerekiyor, “istisna yok” kuralını.
Kwapis bunu şöyle açıklıyor: “Bir erkek sizi aramıyorsa, hâlâ aramıyorsa ve yine aramıyorsa, kural sizi aramak istemediğidir”. “İstisna ise birden çok kötü nezle olduğu ve yatak döşek yattığı için telefona ulaşamamasından dolayı sizi aramadığıdır. Bunlar az görülen istisnalardır. Kural şudur ki bir erkek sizinle ilgilenmiyor gibi davranıyorsa gerçekten ilgilenmedikleri içindir. Gigi istisna olabileceği fikrine fazlaca sıkı sarılıyor”.
Juvonen yönetmenin sözlerine şunları ekliyor: “Aktarmak istediğimiz en önemli mesajlardan biri her kadının, çok haklı olarak, kendisinin bir istisna olduğuna inandığı. Kadınlar, ‘Ben biraz farklıyım’ diye düşünüyorlar. Oysa, çoğu durumda, öyle değiller elbette”.
Yapımcı sözlerini gülerek sürdürüyor: “Hepimiz biri için istisnayız, ama herkes için değil. Gigi romantizmi ararken, doğru erkeği bulmak umuduyla bu alanı bir bakıma daraltıyor ve bu sayede istisna oluyor. Esasen, doğru insanı, onun için istisna olacağınız insanı bulursanız, er ya da geç istisna olacaksınız ve o da sizin için öyle olacak. Ama sadece eğer önce kendinizi kural kabul ederseniz”.
Bu kolay değildir. Kwapis’in dediği gibi, “Birine ilgi duyarken anlaması en zor şeylerden biri size ne kadar ilgi duyduklarını anlamak, sonra ise harekete geçmenize yetecek ölçüde sizi beğenip beğenmediklerine karar vermektir. Karakterlerin çoğu davranışı ekip içinde, hatta çekim yaptığımız sırada bile, tartışma yarattı. Daha önce çekim ekibindekilerin ilişkiler hakkında bu filmdeki karakterlerin arasındaki ilişkiler hakkında konuştukları gibi konuştuklarını hiç duymamıştım. Erkekler genellikle konuşmazlar ama bu çekim ekibindekiler konuştular”.
Yönetmenin bu diyaloglardan keyif aldığına şüphe yok: “Karakterlerin çok net bir şekilde iyi ya da kötü olduğu filmleri hepimiz biliriz ve severiz. Kötü adamdan nefret etmeye, iyi adamla özdeşleşmeye bayılırız. Bu film öyle bir film değil. Bu, sizi duygusal anlamda pek çok gri alana sürükleyen bir film”.

JANINE
“Tamam, belli ki aramadı. Belki iş için şehir dışındadır.”

GIGI
“Emlak satıyor. Baltimore’da.Yani iş için şehirde olması gerekir.”

“He’s Just Not That Into You/Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar”ın mekanları için yapımcılar New York ve Los Angeles’ı düşündüler ama daha küçük ve samimi bir şehir havasında karar kılıp, Baltimore’u seçtiler.
“Baltimore harika bir şehir; kendine özgü bir havası ve kültürü var” diyor Kwapis ve ekliyor: “Kendine özgü olduğu kadar, tanıdık gelen bir sanayi şehri havası da var. Mimarisine, tuğla yapılarına bayıldım”.
“Ken daha önce de Baltimore’da çalışmış ve kentin dokusunu ve renklerini çok beğenmiş” diyen yapım tasarımcısı Gae Buckley, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Hikayenin sonbahar başında geçmesini ve sonbahar renklerini kullanmak istedik; bu açıdan Baltimore doğru bir seçim gibi gözüktü”.
Ne var ki, her şeyin gerçek mekanlarda çekilmesi mümkün değildi. Bu yüzden,  Buckley’nin önündeki zorluk Los Angeles’ın bazı bölümlerini 1700’lerden kalma binaları olan bir doğu kentine dönüştürmekti.
“Bu filmde pek çok insan var; hepsi bir yerlerde yaşıyorlar, bir yerlerde çalışıyorlar, bir yerlerde buluşuyorlar. Çeşitli mekanlar bulduk ve buraları tuğla ağırlıklı bir şehir olan Baltimore’a daha çok nasıl benzetebileceğimizi planladık. Palmiye ağaçlarının kesinlikle görünmemesi gerekiyordu” diyor tasarımcı.
Buckley’nin favori yerlerinden biri Baltimore Blade gazetesinin ofisi oldu. Bu konuda, “Kutu kutu pencereleri ve güzel mi güzel briket tuğlalarıyla çok sevimli küçük bir alandı. Mary oldukça ilginç ve tuhaf bir tip. Dolayısıyla, onu oraya yerleştirmek eğlenceliydi” diyor.
Diğer setler de içlerinde yaşayan karakterlerin kişilik özelliklerine göre tasarlandı.  “Beth ve Neil bir çatı katında yaşıyorlar; Neil’in başarılı bir sanatçı olmasından ötürü bu çiftin evi için gerçek bir fotoğrafçının stüdyosunu kullandık” diyor Buckley ve ekliyor: “Ama arkasında bir stüdyo daha vardı. Bu yüzden, bir pencere inşa ettik; Domino Sugar’ın dev reklam panosunu da içine alacak şekilde Baltimore’un panoramasını görüntüledik ve bu görüntüyü dışarı koyduk”. Buckley, panonun çok bilinçli bir seçim olduğunu ifade ediyor: “Baltimore Sinema Komisyonu’ndan Debbie Dorsey’yle birlikte mekan tarıyordum. O sırada bana Domino Sugar reklam panosunun şehrin her yerinden göründüğünü söyledi. Bunun üzerine, ‘O halde filmde de yer almalı’ diye düşündüm”.
Şehrin filme dahil olan ikonlaşmış tek görüntüsü bu değildi. “National Bohemian Brewery’nin logosu olan, koca siyah bıyıklı çizgi karakter Natty Boh’nun yüzü de şehrin dört bir yanındaydı. Hikayeye onu da dahil ettik. Ayrıca, Mount Vernon’daki Washington Monument da filmde yer aldı” diyor tasarımcı.
Juvonen ise, “Çok güzel bir şehir. Muhteşem restoranlar, liman var. Küçük bir kent olmasına karşın yapılacak çok şey var. İnsanların Baltimore’da gerçekten yaşadığını, bankaya başvurmadan ya da çok zengin olmadan ev ya da daire sahibi olabileceğini hissediyorsunuz. Şu sıralar yenilenmekte olan harika evler var. Burası gerçek bir Amerikan şehri. Gerçekçi hikayemizi sergilemek için bir şekilde en doğru kent gibi geldi bize”.

GIGI
Büyürken kızlara pek çok şey öğretilir.
Erkek sana yumruk atıyorsa, senden hoşlanıyordur.
Asla kaküllerini kendin düzeltmeye kalkma.
Ve, bir gün harika bir adamla tanışıp
kendi mutlu sonunu yaşayacaksın.

“Erkekler ve kadınlar söz konusu olduğunda kolay cevap yoktur” diyen yönetmen sözlerini şöyle sürdürüyor: “Gerçekten umut ediyorum ki izleyiciler sinema salonundan çıkarken karakterlerin yaptığı seçimleri sorguluyor olurlar. İnsanların çıkışta kahve içerek belli bir karakterin yaptığı bir şeye katılmamasından daha çok hoşuma gidecek bir şey olamaz”.
Yapımcı Juvonen da bu görüşe katılıyor: “Hepimizin kafasında, ‘Şimdi hayatımda birinin olması lazım, o yüzden kel başıma şimşir tarak alıp sonra da bunun doğru bir şeymiş gibi gelmesini umacağım’ gibi bir şey var. Ama doğru gelmiyor. Filmde, hem erkekler hem kadınlar için tüm bunları yansıtmak istedik çünkü bir şeyi gerçekten istediğinizde, kendinizi kalıbın şeklini alacak bir hamur kıvamına getirmeye istekli oluyor ve aldığınız şeklin kendinizi öyleymiş gibi göstermek istediğiniz şekil olmasını umuyorsunuz. Ama nihayet o kalıptan çıktığınızda, her şey doğal şeklini alıyor, tüm vücudunuz rahatlıyor çünkü kendi olmayan ve işe yaramayan bir şey olmaktan çıkıyor. Böylece insan kendini daha iyi hissediyor”.
Kwapis yapımcıya şunları ekliyor: “Hayatta bir karmaşa var. İnsanlar seçimler yapıp sonra bunlardan pişman oluyorlar. Tüm bunları göstermeye çalıştık. Umarım ki sinema salonundaki insan sayısı kadar farklı görüşler olur”.
Juvonen ise sözlerini şöyle noktalıyor: “Elbette, her zaman için umut olmasına büyük özen gösterdik çünkü Liz ile Greg’in gerçek mesajı buydu. Bazen bir ilişkiden çıkıp hayatınıza devam etmek daha iyidir; kitabın gerçekte söylediği de bu. ‘Sana o kadar da ilgi duymuyordur’ ifadesinin amacı insanlara yardım etmek. Size gerçekten ama gerçekten ilgi duyan, sizin muhteşem olduğunuzu düşünen biri değilse, onunla birlikte olmak istemezsiniz. Öyle biri mutlaka olacaktır”.
www.hesjustnotthatintoyoumovie.com

Resimler:

Bir yanıt yazın