Pembe Panter 2 / The Pink Panther 2

Pembe Panter 2 “The Pink Panther 2”
17 Nisan 2009’da sinemalarda.
2006 yılında dünya çapında başarı kazanan filmin devamı The Pink Panther 2/Pembe Panter 2’nin başrolünde, gözüpek ama sarsak Fransız polis dedektifi, Müfettiş Jaques Clouseau olarak bir kez daha karşımıza çıkan Steve Martin var. Aralarında paha biçilmez Pembe Panter Elması’nın da olduğu efsanevi hazineler dünyanın dört bir yanında çalınmaya başlayınca Başmüfettiş Dreyfus (John Cleese) Clouseau’yu, hırsızı yakalayıp çalınan şeyleri geri getirmekle görevli bir uluslararası dedektifler ve uzmanlar ekibine tayin etmek zorunda kalır. Martin’e rol arkadaşları (ortağı Ponton rolünde) Jean Reno ve (beceriksizce ilgi duyduğu Nicole rolünde) Emily Mortimer eşlik ediyor. Dedektiflerin rüya takımı ise Andy Garcia, Alfred Molina, Yuki Matsuzaki (Letters from Iwo Jima/Iwo Jima’dan Mektuplar) ve Bollywood yıldızı Aishwarya Rai Bachchan’dan oluşuyor.  Filmde rol alan isimlerden biri de Lily Tomlin. Filmin öyküsü Paris ve Roma’da geçiyor.

Metro-Goldwyn-Mayer Pictures ve Columbia Pictures bir Robert Simonds yapımı olan The Pink Panther 2/Pembe Panter 2’yi sunar. Filmin başrollerindeki Steve Martin, Jean Reno, Alfred Molina, Emily Mortimer, Aishwarya Rai Bachchan ve Andy Garcia’ya Lily Tomlin ve John Cleese eşlik ediyor. Filmin yönetmeni Harald Zwart.  Yapımcı Robert Simonds.  Senaryoda Scott Neustadter, Michael H. Weber ve Steve Martin’in imzası var. Öyküsü Scott Neustadter ve Michael H. Weber tarafından yazılan yapımda, Blake Edwards yönetimindeki Pembe Panter filmlerinden ve Maurice Richlin ile Blake Edwards tarafından yaratılan karakterlerden esinlenildi… Yürütücü Yapımcılar Ira Shuman ve Shawn Levy.  Görüntü Yönetmeni Denis Crossan, BSC.  Prodüksiyon Tasarımcısı Rusty Smith.  Editör is Julia Wong.  Kıyafet Tasarımcısı Joseph G. Aulisi.  Filmin müzikleri Christophe Beck tarafından hazırlandı.
www.sonypictures.com/movies/thepinkpanther2

STEVE MARTIN MÜFETTİŞ CLOUSEAU ROLÜNDE GERİ DÖNÜYOR

2006 yılında hit haline gelen The Pink Panther/Pembe Panter’le efsanevi komedi serisini başarıyla dirilten Steve Martin için bir devam filmi mutluluk vericiydi. “Clouseau’yu canlandırmaya bayılıyorum,” diyor Martin. “Aksanı biraz gözden geçirmem gerekti ama onun dışında, eski bir dostu ziyaret ediyor gibiydim. Bu rol bana geniş bir fiziksel komedi yapma fırsatı sunuyor. Clouseau gerçekten abartılı, masum ve çocuksu bir karakter. Aynı zamanda, her durumun denetimini elinde tuttuğunu düşünüyor ki bence bu çok komik. Devam filmini çekme fırsatı kapımı çaldığında doğal olarak cevabım evet oldu.”

Yapımcı Robert Simonds Martin’i filmin –pek de gizli olmayan— silahı olarak görüyor. “Steve bu karakteri tamamen benimsiyor ve kâğıt üzerindeki halinden çok daha fazlasını katıyor,” diyor. “Steve ekipte olmasaydı bir devam filmi yapmazdık. O Clouseau’yu anlıyor. Clouseau için yazıyor. Dünyayı yaratıyor. Devam filmlerinin getirdiği yükün bir kısmı, ilk filmden daha büyük, daha iyi, daha komik ve daha yeni yapmanızı gerektirmesinden kaynaklanır. Karakterleri, eğlenceyi ve ilk filmde sevdiğimiz her şeyi bir adım öteye taşıdığımızdan emin olmak için çok çalıştık.”

Simonds “Steve Clouseau’ya savunmasızlık ve kendine güvenden oluşan çok ilginç bir bileşim getiriyor,” diye devam ediyor. “Fiziksel komedide çok yetenekli ama aynı zamanda inanılmaz derecede bilgili. Çok karmaşık ama bir o kadar kahkahayla dolu bir mizah anlayışına sahip. Kinayeli ve zeki ama asla acımasız olmaması da aynı derecede önemli. Pembe Panter filmlerindeki tüm komedi Clouseau üzerine; onca kötü durumda saygınlığını korumaya çalışıyor. Steve’in performansı sayesinde film çok komik olmakla kalmıyor, izleyiciler de duygusal olarak Clouseau’yla yakınlık kuruyorlar.”

Yönetmen Harald Zwart “İnsanlar Clouseau’yu seviyorlar. Büyük bir yüreği var ve yaptığı bir sürü hata, saflığın getirdiği sarsaklıktan kaynaklanıyor. Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor. Ama elinden gelenin en iyisi o kadar da iyi değil işte” diye ekliyor.

Clouseau’nun sarsak ilgisinin hedefi olan Nicole rolünü ikinci kez üstlenen Emily Mortimer, Martin’in Clouseau rolünü üstlendiği iki filmin, serinin kalan filmleriyle mükemmel bir uyum olduğuna işaret ediyor. “1960’larda yaratılan bu karakter bugün de bir çekiciliğe sahip. Bir şekilde günü kurtarmayı başaran bu sersemde insanlara cazip gelen bir şey var.”

Dünyanın en ünlü mücevherlerini çalmak için işbaşına dönen usta hırsız Tornado’yu yakalamak isteyen dedektiflerden oluşan rüya takımının bir üyesi olan Pepperidge rolünde kadroya katılan Alfred Molina “Steve’in yaptığı son derece dahiyane şey, Peter Sellers’a saygı duruşunda bulunmak yerine Clouseau’nun ruhunu ve en iyi yanlarını, özünü korumak,” diyor. “Karakteri ve karakterle ilgili tüm anılarımızı alıp kendine mal etmeyi başardı.”

Herkes karakterin özelliklerine sevecen bakmıyor. “İngiltere’de Clouseau gibi insanlarla karşılaştım,” diyor John Cleese. “Onlara paranoidin tersi anlamda, pronoid diyoruz. Ortada bunu destekleyen bir kanıt yokken herkesin kendilerini sevdiğini ve kendi tarafında olduğunu düşünüyorlar. Bence Clouseau böyle biri. Clouseau, insanların kendisine katlanamadıklarından habersiz. Tam bir baş belası olduğunun farkında değil.”

Hevesli Clouseau’nun baş belası olabileceğini inkâr etmek zor ama onu canlandıran oyuncu, tüm çalışma arkadaşlarının ortak hayranlığını kazandı. Martin’le Cheaper by the Dozen/Sürüsüne Bereket’te de birlikte çalışmış olan Simonds’un, “Steve’le çalışmayı seviyorum” derken yüzü ışıldıyor. “Muhteşem bir insan. Zeki, saygıdeğer, çalışkan ve tüm esprileri mümkün olduğunca yeni kılmak için kendini adayan biri.”

Jean Reno katılıyor: “Ponton rolüne dönmek istememin tek nedeni karakter değil; Steve Martin’le aramdaki dostluğun da büyük payı var. Onu oyuncu, insan, düşünür ve sanatçı olarak çok seviyorum. Bir oyuncu olmak ve insanları güldürmek için gereken her şeyi biliyor. İlk Pembe Panter’de harika bir ekip oluşturmuştuk; o nedenle onunla bu filmi çektiğim, maceranın bir parçası olduğum, yeniden Ponton olduğum için çok mutluyum.”

“Steve muhteşem biri, gerçek hayatta ona karşı Nicole gibi bir hayranlık duyuyorum,” diyor Mortimer. “Clouseau olma deneyimini seviyor, bu bulaşıcı bir şey. Onun işini yapmasını izlemek hem büyük bir onur hem de zevk. Asıl ilginç olan şey, yönetmen “kestik” dedikten sonra gerçek Steve’in sanat hakkında her şeyi bilen, roman ve New Yorker’da yazan inanılmaz derecede sofistike ve ciddi biri olması! Bundan daha yetişkin olmanız mümkün mü?”

JohnCleese “Bence Steve tanıdığım insanlar arasında en büyük komedi zihniyetine sahip kişilerden biri,” diyor. “A Fish Called Wanda/Wanda Adında Bir Balık’ın kurgu aşamasında izlemeye geldi ve sonrasında birlikte akşam yemeği yedik ve bana filmle ilgili hayatımda aldığım en iyi önerilerde bulundu. Bu adamın kafası komediye çok yatkın. Dehasının bir bölümünü nasıl bir anda gördüğümüzden bahsediyoruz hep. Cümlesini öyle bir söylüyor ki büyülü bir an yaratıyor ve siz gülüyorsunuz ama neden güldüğünüzü bilmiyorsunuz.”

Yapım ekibinin başındaki Harald Zwart “The Pink Panther/Pembe Panter herkesin tanıdığı bir seri,” diyor. “Dedektiflerden oluşan bir rüya takımının Clouseau’yla atıştığı bu filme yaklaşımımız muhteşem oldu. Steve’in bu kez karaktere daha da aşina olduğunu biliyorum. Bu nedenlerden ötürü, heyecan verici bir proje oldu.”

PERDEDEKİ RÜYA TAKIMI

Yapımcılar Clouseau’nun sakarlığını vurgulamanın en iyi yolunun onu dünyanın dört bir yanından gelen dedektiflerden oluşan bir rüya takımıyla çevrelemek olduğu fikrinde birleştiler. “Bence Clouseau’nun en komik göründüğü anlar, çok becerikli ve gerçekten zeki insanlarla çevrili olduğu zamanlar,” diyor Simonds.

The Pink Panther 2/Pembe Panter 2 için saygın oyunculardan oluşan uluslararası bir kadro kuruldu. Ponton ve Nicole rollerini bir kez daha canlandıran Jean Reno ve Emily Mortimer’a ek olarak kadroya katılan saygın ve komik oyuncular arasında John Cleese, Lily Tomlin, Andy Garcia, Alfred Molina, Yuki Matsuzaki ve Bollywood yıldızı Aishwarya Rai Bachchan var.

“Tüm kadro çok cömert,” diyor Jean Reno.  “Her birimiz bu işbirliğinin bir parçası olduğumuz için kendimizi şanslı hissettik. Herkes aynı ruh hali içinde ve yeteneklerinin zirvesindeydiler.”

Alfred Molina bu sözlere katılıyor: “İşbirliğine çok yatkın bir hava vardı. Biri gelip bir fikir ileri sürerdi, biz de ‘Ah evet, haydi deneyelim’ derdik.”

Ponton ve Nicole

Clouseau’nun en yakın iş arkadaşları olan Pıntınve Nicole’ü canlandıran oyuncuların The Pink Panther 2/Pembe Panter 2 için geri dönmesi yapımcılar için çok önemliydi.  Clouseau’nun ikisiyle de açıkça belirlenmiş ilişkileri, devam filminde komik ve dokunaklı bir şekilde gelişiyor. Steve Martin, “Jean ve Emily komedi filmleriyle tanınıyor olmasalar da, ikisi de komediyi gayet iyi başarıyorlar,” diyor.

Reno The Pink Panther 2/Pembe Panter 2’nin, Ponton ve Clouseau ortaklığını bir sürü komik olasılığa maruz bıraktığını söylüyor. İşine aile yaşamından daha çok önem verdiği için karısı tarafından evden atılan Ponton, iki oğlu ve köpeğiyle Clouseau’nun bekâr evine taşınır. “Aniden,” diyor Reno, “iki adam Odd Couple/Garip Bir Çift  bölgesine adım atıyorlar. Biri iki çocuğu ve köpeğiyle evinize geliyor ve hayatınızda devrim yaratıyor. Ama bence Jacques Clouseau’nun içsel yaşamına kimse gerçek anlamda giremez. Ponton buna saygı göstermesi gerektiğini, aksi halde bir hayalin, Jacques Clouseau denen dokunulmaz hayalin yıkılacağını biliyor.”

Yapımcı Robert Simonds gözlemlerini anlatıyor: “Jean Reno karşılaşabileceğiniz en hassas insanlardan biri. Bir göz kırpmasıyla çok şey anlatabiliyor.”

Heybetli görüntüsüne rağmen Reno rol arkadaşları tarafından setteki en kibar ve komik isimlerden biri seçildi. “Jean Reno’yla ilk filmden sonra iyi arkadaş olduk. Onu çok seviyorum,” diyor Martin. “Sürekli şakalar yapan neşeli biri.”

“Her sabah bana Japonca ‘günaydın’ dedi—bayağı bayağı Japonca konuşuyor,” diyor Matsuzaki. “Jean Japonya’da çok karizmatik bir aksiyon yıldızı olarak tanınıyor ama aslında kibar, komik biri. Harald ‘motor’ diyene kadar Jean bizi eğlendirmeye ve rahatlatmaya çalışıyor.”

Emily Mortimer da devam filminde Nicole rolüyle dönüyor. İkinci filmde Nicole-Clouseau ilişkisi alevleniyor. Bu alevlenmenin yakıtı bir yandan Vicenzo’nun ilgisinin yarattığı kıskançlık, diğer yandan Nicole’un ofisine girip Sonia’yı (yalnızca avutmak isteyen) Clouseau’nun kollarında görmesiyle sağlanıyor.

Mortimer Nicole rolüne bürünmenin pek fazla oyunculuk gerektirmediğini söylüyor. “İçimdeki Nicole’e ulaşmak endişe verici derecede kolay,” diyor. “Bende kesinlikle Nicole’vari bir yan var. Öyle değilmişim gibi davransam da biraz talihsizim. Sette oyunculardan biri ‘Şu sahnede yaptığını çok beğendim, çok komikti’ dediğinde, o şey her neyse onu kasıtlı olarak yapmadığımın farkına varıyorum.”

Karakteriyle bütünleşmesi, Mortimer’ın her sahnedeki komedi potansiyelinin artması anlamına geliyor elbette. “Filmdeki her şey hafiften gülünç ama Nicol’un neler yaşadığını belli bir düzeyde anlayabilirseniz, sahnenin komikliği artıyor. Nicole Clouseau’ya aşık ve onun kendisini sevip sevmediğinden emin değil. İkisi de kendilerini gerçek duygularından koruyorlar. Steve’le birlikte karakterlerimizin sahnelerini ayaklarımız yerden kesilmiş halde oynuyoruz. Nicole’un sırılsıklam aşık bir kız olduğunu anladığınızda, duygularını anlamak da kolaylaşıyor.”

Yapımcı Simonds, kendisini komedinin bir parçası olarak görse de Mortimer’ın aslında izleyici için bir giriş yolu oluşturduğunu söylüyor. “Emily çok büyüleyici ve etkileyici. Karakteri filmde Clouseau’nun duygusal bağlantı noktasını oluşturuyor. Bu zıvanadan çıkmış karaktere aşık olma konusunda o kadar iyi iş çıkarıyor ki izleyici için bir giriş sağlıyor.”

Dreyfus

Clouseau’dan nefret eden Başmüfettiş Dreyfus rolünü efsane komedyen John Cleese canlandırıyor. “Bence zeki, becerikli ve hayatının yönetimini elinde tuttuğu apaçık ortada olan birinin korkunç derecede kötü giden şansı yüzünden sürekli sakar bir beceriksize yenilmesinde çok komik bir yan var. Bana Dreyfus rolünü teklif ettiklerinde bunu nasıl yaparım, diye düşündüm. Sonra benden önce bu rolü canlandıranları, Herbert Lom ve Kevin Kline’ı düşündüm. Eh, ikisi de korkunçtu; o nedenle ben de makul bir başarı kazanmaya çalıştım. Hem insanlar değişikliği fark ettiler!”

Şaka bir yana, Cleese bir Pembe Panter filminin parçası olmaktan zevk aldığını söylüyor. “Leicester Meydanı’ndaki bir sinema salonunda ilk Pembe Panter filmini izlediğimi ve sofistike bir film olduğunu düşündüğümü hatırlayacak kadar yaşlıyım. Claudia Cardinale, Cappucine, David Niven ve elbette, komedi dahisi Sellers. İngilizler Fransız aksanını komik bulmuştur hep– neden bilmem.”

Zwart “Steve Martin ve John Cleese – komedinin iki büyük dahisi – yönettiğim filmin setinde birlikteler. Rüya görmediğime inanmak için kendimi çimdiklemem gerekiyordu,” diyor. “Ama John Cleese’e dikkat etmek gerek. Sette sürekli muzip şakalar yapıyordu.”

“John’la birlikte çalışmak kişisel anlamda inanılmaz bir deneyim,” diyor Simonds. Kasıntı tipleri herkesten daha iyi ve daha komik canlandırıyor. Dreyfus rolünde daha kusursuz olamazdı. Onu ve Steve’i, birbirleriyle paslaşan iki efsane komedyeni izlemek muhteşemdi.”

Dedektifler

Kadroya dedektiflerden oluşan rüya takımını canlandırarak katılan oyuncular Andy Garcia, Alfred Molina, Yuki Matsuzaki ve Aishwarya Rai Bachchan.

Garcia ekibe Torino Kefeni’nin dünyanın en ünlü eşyalarını çalan usta hırsız Tornado’nun eline geçmesinden sonra ekibe katılan İtalyan dedektif Vicenzo rolünde katılıyor.

“Komedi filmi çekmeyi seviyorum,” diyor Garcia. “İlk dönemlerimdeki eğitimim ve Los Angeles sahnelerindeki deneyimlerim doğaçlama komedi grupları ile oldu. Bu çok hoşlandığım bir şey. Bu fırsat elime geçtiğinde –yalnızca Steve, Jean ve Emily ile değil Alfred, Lily ve John Cleese ile çalışacağımı bildiğimden- değerlendirmek istedim.”

Simonds “Andy muhteşem,” diye övgüler düzüyor. “Karakteri Vicenzo dişli bir playboy. Andy sete geldiğinde, sahip olduğu güç ve denetim sayesinde ağzını açmasına gerek kalmadan karakterini yansıtıyor.”

Rol arkadaşları Garcia’nın kendini adamışlığını ve zekâsını övüyorlar. “Andy ile tanıştığımda gerçekten çok ciddi biri olduğunu düşünmüştüm,” diyor Matsuzaki, “ama onunla aynı sahnede rol aldığımda, hatta kamera dışındayken bile rol arkadaşlarının iyi görünmesine yardımcı olmaya özen gösteriyor.”

Alfred Molina kendi ifadesiyle “Tam bir İngiliz, katı bir karakter” olan Pepperidge’i canlandırıyor. “Uzmanlık alanı adli tıp ve çıkarım.”
“Kalın kumaştan kıyafetler giymesini istedim,” diyor Molina, giysilerin karakterini belirlediğinin altını çizerek. “Kıyafet tasarımcımız Joe Aulisi, yaz vakti Boston’da böyle ağır giysiler giymemin iyi olup olmayacağından emin olmak istedi. Neyse ki Eylül ayının sonlarındaydık ve nehirden esen sonbahar rüzgârı sayesinde gayet iyi hissettim.”

“Alfred çok muzip, harika ve cana yakın—çok özel biri,” diyor Rai Bachchan.  “Ne kadar muhteşem bir oyuncu olduğu canlandırdığı türlü rollerle kendini belli ediyor. Aynı zamanda çok hazırcevap ve komik biri…”

Rai Bachchan ekibe sürpriz olarak katılan ve Tornado’nun hayatı üzerine uzmanlaşmış olan merak uyandırıcı Sonia rolünü canlandırıyor. Hindistan’ın en büyük yıldızlarından biri olan ve dünyanın en güzel kadınlarından biri sayılan Rai Bachchan Amerika’da ve dünyanın başka yerlerinde büyük üne kavuşmak için çıkışını yapmaya hazırlanıyor.

“Aishwarya,” diye gülümsüyor Jean Reno, “yeşil gözler, o güzellik! Vay. Şaşırtıcı olan şey büyük bir mizah anlayışına sahip olması… Her zaman gülüyor; bu güzel bir kadında bulunacak harika bir özellik. Ve her zaman role hazır…”

Rai Bachchan Tornado’yu konu eden bir yazar ve uzman olan Sonia’nın değerli bir koz olduğunu söylüyor. “Clouseau ve rüya takımı Tornado’yu aradıkları için, Sonia’yı değerli bilgilere sahip biri olarak görüyorlar. O da ekibe girip onlardan biri, seve seve kabul ettikleri bir üye oluyor.”

“Onu gördüğünüzde ‘Vay, ne kadar da güzel bir kız,’ diyorsunuz,” diye ifade ediyor Simonds,” monitöre baktığınızda, yaydığı ışığı fark ediyorsunuz. Sonia’yı canlandıracak başka birini düşünemiyorum. Çok etkileyici, zeki, komik ve güçlü biri, tüm kareyi aydınlatıyor.”

Clouseau filmleri dizisinin uluslararası bir fenomen haline gelmesine yardımcı olan Rai Bachchan’a göre bu film “bildik bir saha; Hindistan’da insanlar The Pink Panther/Pembe Panter’i biliyorlar. Aslında, rolü aldığımda insanlar bu filmin bir parçası olduğum için çok mutlu oldular.”

Hintli film yıldızı için Paris ve Boston’da bir Amerikan filmi çekmekle Hindistan’da film çekmek arasında fark var mı? “Hayır, asla farklı olduklarını düşünmedim. Bence her deneyim yönetmene ve filmi yapan çekirdek ekibe bağlı olarak değişir, çekildiği dile değil.”

Yuki Matsuzaki Kenji rolünde ekibi tamamlıyor. Oyuncu karakterini “bilgisayar programlama ve bilgisayarlı güvenlik sistemleri konusunda uzman bir Japon dedektifi” olarak tanımlıyor. “Elbette, o bir bilgisayar delisi (Japonca’da ‘otaku’ diyoruz) ama kendisini öyle görmüyor. Bu kendisi için alışılmış bir şey, o nedenle anladığı şeyleri herkesin anladığını düşünüyor. Birtakım gerçeklere ulaştığında çok heyecanlanıyor ve bu heyecanı herkesle paylaşmak istiyor ama başkaları onu hiç anlamıyorlar.”

“Yuki çok tatlı, içten, saygılı ve hevesli,” diyor Rai Bachchan. “İşine bu kadar heyecanla yaklaşan, katkıda bulunmaya ve ekibin bir parçası olmaya bu kadar istekli birini görmek çok güzel. Böylesi bir canlılık ve masumiyet özel bir şey… Yuki’nin bunu koruduğunu görmek harika.”

Matsuzaki filmin kamera arkasında da birtakım roller üstlenerek hırsızlıkları haber veren Japon gazetesinin ön sayfasını hazırladı ve Japon muhabirleri canlandıran oyuncuların repliklerini kusursuzca okumalarına yardım etti.

Martin and Tomlin

The Pink Panther 2/Pembe Panter 2  Amerikan sinemasının iki büyük komedyeninin, Steve Martin ve Lily Tomlin’in tekrar bir araya gelmesini müjdeliyor. Simond, “Steve ve Lily’nin All of Me’den beri yirmi yıldır perdede birlikte olmadıklarından haberim yoktu. İkisinin birbirlerine takılmalarını izlemek büyük çok eğlenceliydi. On saniyelik bir sahne üç dört dakika devam edebiliyor ve git gide daha da komikleşiyor. Aralarındaki kimya muhteşem,” diye anımsıyor.

İkili tekrar bir araya gelmekten dolayı çok heyecanlıydı. “Aynı espri anlayışına sahibiz,” diyor Martin. “Birlikte oynadığımız sahneler çok doğal ve doğaçlamaydı. Elimizde senaryo vardı ama ayrıca senaryodan uzaklaşıp zıvanadan çıktığımız da oldu. Lily ile sık görüşmüyoruz ama birbirimizi her gördüğümüzde her şey eski günlerdeki gibi oluyor. Sinema sektörünün komik yanı da bu; insanlarla tanışıyorsunuz, sonra üç dört yıl görüşmüyorsunuz ve görüştüğünüzde kaldığınız yerden devam ediyorsunuz.”

Tomlin karakterinin Clouseau için doğal bir rakip oluşturduğunu söylüyor. “Bayan Berenger Adalet Sarayı’nda çalışanlara politik ve toplumsal görgüyü öğretmesi için tutulmuş,” diyor. “Ve tabii ki Clouseau ön plandaki öğrencilerden biri. Çünkü sağolsun o kadar patavatsız ki bir türlü anlayamıyor. Bir kadının vücudu hakkında yorum yapılmayacağını veya belli ırklar ve etnik kökenlerden küçültücü tabirler kullanarak söz edilmeyeceğini anlamıyor. Clouseau’yu azarlamak çok kolay çünkü pek çok yönden tam bir ahmak. Başka yönlerden bakıldığında çok etkileyici biri. Ancak ona ne yaparsak yapalım hiçbir şeyi anlamaması sinir bozucu bir şey. Masum bir çekiciliği var, sanki hiç doğru şekilde sosyalleşememiş gibi.”

Tomlin karakterinin “kalburüstü bir Amerikalı. Kültürlü, güzel konuşan, eğitimli, biraz da özenti,” olduğunu söylüyor. “Çok ama çok uygun ve kusursuz konuşmanın getirdiği bir güç duygusu var.”

PEMBE PANTER’İN DÜNYASI

Panther yapımcıları zamana meydan okuyan, klasik, romantik, turistik bir kartpostaldan fırlamış bir dünya yaratmayı seçtiler- Madeleine, The Red Balloon, yönetmen Jacques Tati’nin filmleri ve Ratatouille gibi kaynaklardan esinlenilmiş, kaldırım kafeleri, çiçekçiler, sokak sanatçıları ve tuhaf görünümlü otomobilleriyle bir Paris. Film günümüz Paris’inde geçmekle birlikte, artık yalnızca filmlerde, Zafer Takı’nın etrafında gezinen klasik renkli otomobiller gibi çağdışı unsurlara kasıtlı olarak yer verildi.

Yapımcı Ira Shuman “Clouseau bir Fransız ikonu,” diyor, “o nedenle öykü kitaplarına yaraşır bir Fransız dünyasında yaşamasını istedik; yeni, yüksek, metal ve camdan oluşan Paris’te değil, hepimizin tanıyıp sevdiği şehirde.”

Yönetmen Harald Zwart’la daha önce Agent Cody Banks’te çalışan görüntü yönetmeni Denis Crossan, BSC, “Clouseau’nun dünyası modern ama o, kendine has bir evrende yaşıyor; onu azıcık katı ve gerçek bir durumla karşı karşıya bırakırsanız, işe yaramıyor. O nedenle başlangıç noktam bir Hollywood dünyası hissi yaratmaktı; dekor ve kıyafetler de bu hissi güçlendirdi.”

Kıyafet tasarımcısı Joseph G. Aulisi’ye göre bu Hollywood dünyasını kıyafetlerle yaratmak, “gerçek giysilerle ancak oranlardaki değişim nedeniyle dengesizce” çalışmak anlamına geliyordu. Steve Martin’le altıncı kez işbirliği yapan Aulisi, oyuncunun Clouseau’nun kıyafetleriyle ne ifade etmek istediği hakkında çok net bir fikri olduğunu söylüyor. “Çok küçük yakası olan dört düğmeli bir ceket, dar kravatlar, uzun, abartılı ayakkabılar, çok kısa pantolon ve gömlek yenleri, küçük siperlikli ve garip renklerde şapkalar yaptık. Tüm bunlar Steve’in vücut diliyle yapabildikleri sayesinde komikliği artırıyor.”

Yine Zwart’la Cody Banks’te çalışmış olan prodüksiyon tasarımcısı Rusty Smith, “Harald Fransız komedyen ve yönetmen Jacques Tati’ye saygı duruşunda bulunmayı çok istiyerek filme nostljik bir hava verdi. Modern mikrofonlarımız ve DNA analizlerimiz olsa da film kendine has bir zamanda geçiyor. Tasarım için, Lily Kilvert’in ilk filme getirdiği güzel ve ideal lezzeti korumak istedik,” diyor. Smith ayrıca Clouseau’nun evindeki ve dairesinin girişindeki kıvrımlı art nouveau çizgilerini (Paris’te var olan bir cepheye eklendi) ve duvarlardaki, ikonik eserleri, partideki Monet katedrallerini, Avellaneda’nın inindeki Jean Louis David’e ait “Death of Marat” ile resimleri ve Dreyfus’un ofisini süsleyen Napolyon büstlerini ekledi. Smith “filmin çok sayıda muhteşem antikasını bulan, yıllardır birlikte çalıştığım harika set dekoratörüm,” dediği Carla Curry’ye övgüler düzüyor.

“Bu, Clouseau’nun gözlerinden görünen bir dünya,” diyor kıyafet tasarımcısı Joseph Aulisi, “o nedenle biraz abartılmış bir masal ortamı, her şey normalde olduğundan daha eğlenceli. Harika bir şekilde çizilmiş bu karakterler için zamana meydan okuyan, klasik ama ayakları yere basan şeyler buldum.”

Filmin izleyicilerinin hayran kalacağı, Pink Panther 2/Pembe Panter 2’de Paris sokaklarını şenlendiren otomobillerin en göze çarpanı, filmin başında Clouseau’nun kestiği park cezasını reddeden ve müfettiş arabasına takılmışken gaza basan öfkeli sürücünün kullandığı 1968 model mavi Citroen DS 19 otomobil. Dekor uzmanı Jennifer Gerbino şöyle anlatıyor: “Harald bana otomobilin bir resmini gösterdi ve gençken kendisinde bir tane olduğunu söyledi. Şans eseri internette bir saatten kısa sürede buldum ve birkaç saat sonra filmin büyük bölümünün çekildiği Massachusetts’te satın aldım. Paris’teki dekor departmanı benim otomobilimin eşini bulmak zorunda kaldı; nasıl olsa Fransa’da bir eşini bulmak daha kolaydı.”

Yapımcılar ayrıca sokakları 1957 model Glas Goggomobil, 1972 Fiat Polsky, 1962 Renault Dauphine, 1952 Austin A30, Vespa Ape P501 “Floriste” kamyon, 1972 Citroen 2CV gibi araçlarla doldurdular. Yangın söndürmeye gelen itfaiye araçları geleneksel İsviçre ve AB acil durum araçları olan Unimog ve Pinzgauer. ABD’de üslenen ekip bu araçları Cumberland, Rhode Island’da ithal edip Amerikan standartlarına uyduran ve Amerikalılara satan bir şirketten aldı.

AKSANLAR SENFONİSİ

Karakterler filmde çok çeşitli aksanlarla konuştukları için, “herkesin aksanını çok sıkı bir kutuda korumasını sağlamalıydık,” diyor Simonds. “En sinir bozucu aksan daima Clouseau’ya ait olmalıydı. İlk filmde de bizimle olan harika diyalekt koçumuz Jessica Drake görev başına dönerek bir şeyleri sabitlememize yardım etti.”

“Aksana dönmek eğlenceli oldu,” diyor Martin. “Bir koçla çalışmayı seviyorum. Aksanda kendi sesime sahip olduğumu düşünüyorum ama Jessica’nın çok iyi olduğunu söylemeliyim.”

“Bir diyalekt öğrenmek kişiden kişiye değişir ve aslında geçmişlerine dayanır,” diyor oyunculukla başlayan ve Juilliard ve başka kurumlarda konuşma ve diyalekt öğrenimi gören Drake. “İlk filmde, yalnızca Fransızca’nın varyasyonlarıyla ilgileniyorduk. The Pink Panther 2/Pembe Panter 2’de ise tam bir Amerikalı olan ama kendine has eşsiz Clouseau yorumuyla harika Fransız aksanı yaratan Steve var. Clouseau’nun Fransızcası abartılı; kendine ve Steve’e has bir şey. Bir sesi alıp eğip bükerek espri yaratabilir ve tek başına çok komik hale getirebilir. İngiliz olan Emily, şirin bir Fransız aksanıyla Clouseau’yu tamamlıyor. Kübalı-Amerikalı olan Andy İtalyan aksanıyla, Yuki de Japonca konuşuyor. Alfred de İngiliz ve çok düzgün, burnu havada, kalburüstü bir Kraliçe devri İngilizcesi konuşuyor. Aishwarya ise kendi güzel Hint-İngiliz sesini kullanıyor.”

“İngilizler Fransız aksanını komik bulmuştur hep,” diyor John Cleese. “Neden bu kadar komik bulduğumuzu bilmiyorum. Rusları ve Almanları da tanıyoruz ama sadece Fransız aksanına gülüyoruz. Steve’le biraksan kullanıp kullanmamam gerektiğini tartıştık. Herhalde Fransız aksanı kullanırdım çünkü bolca kullanmışlığım var, özellikle de Spamalot’taki Fransız şövalye olarak ama aniden, hayır, Fransız aksanının kullanan tek kişi Steve olmalı dedim. Çekimlerin ilk günü bunu ona söyledim ve yüzünde rahatlamış bir ifade belirdi. Bu tarz küçük zıtlıklar yaratmak daha iyi.“

“On beş yıldır Birleşik Devletler’de yaşıyorum,” diyor Molina, “o nedenle galiba İngiliz aksanım biraz gitti ama yapmaya çalıştığım şey İngiliz aksanını alıp abartarak daha komik hale getirmek.”

“İngilizce çalışıp aksanımı yok etmek için yıllarımı harcadım,” diyor Japonya’da doğan ve Los Angeles’ta yaşayan Matsuzaki. “Ama bu filmde, görevim yapabildiğim kadar kırık dökük Japonca konuşmak. Bu performanslarıma ilham veriyor. Kenji’nin İngilizcesi o kadar iyi olmadığından, söylemek istediği kelimeyi tam olarak bulmadan önce düşünüyor.”

Garcia “Aksanlar hep zorlayıcıdır çünkü önce onları anlamanız, sonra da onları düşünmeyeceğiniz kadar alışmalısınız. Aksanı kullandığınızı fark ettiğiniz bilinçten kurtulmalısınız. Kendi sesiniz gibi, doğal olarak çıkmalı.”

Jean Reno’nun amacı “Amerikalı izleyicilerin önünde anlaşılır olmaktı. Zaten aksanım var ama,” diye gülüyor, “net olmalıyım. Karım, (filmde bir gazeteciyi canlandıran) Zofia Moreno İngiliz ve bana çok yardımcı oluyor.”

“Bugünün izleyicilerinin birden fazla dil bildiği gerçeğini göz önüne aldığınızda,” diyor Rai Bachchan, “bence aksanlar çok işe yarıyor. Dünya giderek küçülüyor, o nedenle bence bu mantıklı. Bu akıllıca bir fikir…”

Mortimer aksanların altında yatan komik absürtlüğe dikkat çekiyor. “Yaratıcı koşullar altında,” diyor Mortimer, “insan kusursuz bir Fransız aksanı yaratmak için baskı hissetmiyor çünkü bu filmin dokusunda mükemmel bir Fransız aksanıyla konuşmak biraz yanlış olurdu. Sonuçta hepimiz birbirleriyle kötü bir Fransız aksanının hakim olduğu bozuk İngilizce konuşan Fransızlarız; esprinin bir parçası da bu!”

YAPIM HAKKINDA

The Pink Panther 2/Pembe Panter 2’nin çekimleri ilk hafta Paris’te gerçekleşti. Kadro ve ekip Clouseau’yu yeniden tanıtan sahne için Eyfel Kulesi’ne, Clouseau dışında tüm dedektiflerin Tornado’nun kimliğini açıkladığı basın toplantısı sahnesinin geçtiği, Notre Dame Katedrali’nin arkasındaki Pont de l’Archevéché’e, Clouseau’nun oturduğu apartmanını bulunduğu, Marais bölgesindeki eski bir sokağa, Avellaneda malikânesi için  Paris dışındaki Chateau Ferriere’ye, Adalet Sarayı’nın dışı ve Vatikan olarak kullanılan Ecole Nationale Supérieure d’Arts et Métiers’e ve filmin sonundaki parti sahnesinin dış çekimleri için Le Petit Palais ve100 yıl önce inşa edilmiş devasa, yakın zamanda yenilenmiş, sinematik Pembe Panter Elması’nın sergilendiği sergi merkezi olan Le Grand Palais’ye gittiler.

Prodüksiyon Paris’ten Boston’a taşındı. Prodüksiyon tasarımcısı Rusty Smith şehri “Paris etkisindeki bir Avrupa-Amerika şehri” olarak tanımlıyor.

“Sinemanın büyüsü, bir ülkedeki kapıdan girip başka bir ülkedeki kapıdan çıkmanızı sağlıyor,” diyor Smith. “Bu filmden en sevdiğim örnek, Clouseau’nun ceza yazmaya çalıştığı otomobilin Eyfel Kulesi’nin altından hareket ederken yaptığımız kesmeyle Paris’e benzettiğimiz Boston’da bir caddede gitmesi. Orayı bir gece geç vakit tesadüfen buldum. Tamamen terk edilmişti; Paris’teymişim gibi hissettim. Büyüleyiciydi. Süsledikten, çiçekçi tezgâhları, kafe masaları ve Paris’e özgü başka unsurlar kullandıktan sonra oranın yerlileri bile sete geldiklerinde hayrete düşüyorlardı.”

Boston’daki diğer lokasyonlar arasında Boston Halk Kütüphanesi (Papa’nın yatak odası—Smith burası için “büyük olmalıydı. Bu odanın balkonu on sekiz metre yükseklikte ve dev gibi—pencere beş metreye altı metre. Yeterince süslü böyle bir oda bulmak zor bir işti. Boston Halk Kütüphanesi, İtalyan mimarisinin şaşırtıcı bir örneği!”)
Massachusetts Belediye Binası; Ipswich, MA’daki Crane Malikânesi (Avellaneda’nın malikânesi) ve Citi Performans Sanatları Merkezi’ndeki Wang Center— lobisinde filmin sonundaki parti sahnesinin çekildiği, 1920’lerden kalma bir tiyatro—“Büyük ölçek, mermer ve altın gerekiyordu,” diyor Smith, “ve Wang Center hepsine sahipti!”

Resimler:

Bir yanıt yazın